Paylaş
Darül erkam ve Darun nedve nedir?
Question
Darun Nedve ve Darul Erkam nedir?
Darul erkam darun nedve nedir?
Öncelikle konumuza Daru’l-Erkam’dan başlamak istiyoruz. Zira Da-ru ‘l-Erkam muvahhidlerin merkezi ve karargahıdır ve bundan dolayıdır ki belirli bir şerefe ve üstünlüğe sahiptir.
Daru’l-Erkam asr-ı saadette, dinde atıl, imanda batıl, ehl-i şirke karşı ilk muvahhid Müslümanların içinde toplanıp ders ve eğitim yaptıkları merkezin adıdır. Diğer bir ifadeyle, müstekbirlerin zulmünden dolayı mustazafların sığın dıkları bir mekan olduğu gibi aynı zamanda bir irşad ve talim yeridir.’
Daru’l-Erkam’ın bu şekilde isimlendirilmesinin ve böyle meşhur olmasının sebebi ise, sahabelerden Erkam b. Ebi Erkam el-Mahzuni’nin evi olmasından dolayıdır. Bu ev Safa tepesinin doğusunda bulunan, Beni Şeybe’nin evine bitişik bir evdir. İslam davasını kolay ve seri bir şekilde yaymaya elverişli olması se bebiyle ya da Mekkeli müşriklerden gizlenmek amacıyla Rasulullah (sallallahu aleyhi vesellem) böyle bir merkezi yer edinmiştir. Rivayetlerde Daru’l-Erkam’ın risaletin beşinci senesinde tesis edildiği bildirilmektedir.
Bilinmelidir ki Daru’l-Erkam, Mekkeli müşriklerin parlamentosu konumun da olan Daru’n-Nedve’ye mukabil Müslümanların parlamentosudur. Vahiyle açılıp vahiyle kapanan bir merkezdir. Müslümanlar irşad, talim, terbiye gibi bütün siyasi ve idari faaliyetlerini Daru’l-Erkamda sürdürürler. Tağuti rejimleri yıkıp yerine Allah-u Teala’nın kitabının hakim kılınması için faaliyet gösterilen bir merkezdir Daru’l-Erkam. Bundan dolayıdır ki, Rasulullah (sallallahu aleyhi vesellem) Daru’l-Erkam’ı kurarken müşriklerden ne izin almış ne de onların olur ve onayını istemiştir. Daru-l Erkam’da faaliyetlerini kesinlikle müşriklerin belirlediği sınırlar içerisinde, onların kanun ve yasalarına uygun yapma girişiminde bulunmamıştır. Rabbinden aldığı vahyin sınırlarından hiç çıkmadan, zerre kadar taviz vermeden çalışmalarını yürütmüştür.
İşte Daru’l-Erkam yeryüzünün neresinde olursa olsun tüm zamanlara böyle tavizsiz bir şekilde Allah’ın dinini tüm yeryüzüne egemen kılmak isteyen muvahhidlerin kurduğu bir merkezdir. Bunun aksine bugün kendilerine Müslüman ismini veren, ancak bununla beraber tağutların ilke ve maddelerine göre çalışmalarını sürdüren, tağutların emriyle oturup tağutların emriyle kalkan kimselerin merkezleri açık bir şekilde Daru’l-Erkam vasfını kaybetmiştir. Bu yerler ismen Daru’l-Erkam olsa da cismen Daru’n-Nedve’nin ta kendisidir.
Daru’l-Erkam hakkında bu açıklamalardan sonra şimdi Daru’n-Nedve hak kinda gerekli bilgileri verelim.
Halebi siyerinde Daru’n-Nedve’yi şöyle tarif eder:
“Daru’n-Nedve; şu anda Hanefi makamının yanında kapısı mescid tarafına bakan, toplanmak için yapılmış bir yerdir. Kureyşliler tüm kararlarını orada alırlardı. Oraya ancak Kureyş kabilesine mensup insanlar girerlerdi. Onların da 40 yaşını doldurma şartı vardı. 40 yaşını doldurmayan kimseler Daru’n-Nedve’ye giremezlerdi.”
Muhammed el-Hudayri ise Nuru’l-Yakin isimli kitabında, Daru’n-Nedve hakkında şunları söylemektedir:
“Daru’n-Nedve, Kusay b. Kilab’ın evidir. Kureyşli müşrikler, tüm işlerini Da ru’n-Nedvede görüşürler, orada karar alınmayan hiçbir işi icra etmezlerdi.” Elmahlı Hamdi Yazır ise tefsirinde Alak Suresi’nin 17. ayetinde şöyle demektedir:
“İslam’dan önce Mekke’de kurulan, Kureyşlilerin toplandığı parlamento binasına Daru’n-Nedve denir. Nadi, o gibi yerlerde toplanan heyetin ismidir ki bizim meclis, mahfil, kongre, parlamento tabirleri gibidir.”
Bu tanımlar ortaya koymaktadır ki; Daru’n-Nedve Kureyşli müşriklerin “Ha kimiyet ve kanun koyma hakkı parlamenterlerin değil, kayıtsız şartsız Allah’ın dır” ikesine karşı kurulan bir karargâhtır. Daru’n-Nedve Allah’ın şeriatının bir kenara atılıp heva ve hevese dayanan kanunların çıkarıldığı bir parlamentodur. Başka bir deyişle Daru’n-Nedve “hâkimiyet ancak milletindir” temel ilkesini şiar tutup, küfür hükümlerinin icra edildiği bir merkezdir. Binaenaleyh şu anda Allah’ın vahyine dayanmayıp, beşeri ideolojilere dayanan her devletin idare merkezi tıpkı Mekkeli müşriklerin Daru’n-Nedve’si gibidir.
Bundan 1400 yıl önce Mekke Cumhuriyeti’nde varlığını sürdüren Da ru’n-Nedve’nin idare biçimi de demokrasi idi. Zira oraya ancak 40 yaşını dol durmuş kabile reisleri girebiliyordu. Bu kabile reisleri kendi kabilelerinin onayını alıyorlar, bu onay ile kabile temsilcisi olarak Daru’n-Nedve’de yer alıyorlardı. Bu haliyle 1400 yıl önce varlığını sürdüren Daru’n-Nedve bugünkü beşeri sis temlerin parlamentosu ile büyük benzerlik arz etmektedir. Bugünkü parlamentolarla Daru’n-Nedve arasındaki bir büyük benzerlik ise şudur: Mekkeli müşrikler Daru’n-Nedvede aldıkları kararlarla Müslümanlara karşı büyük bir savaş açmışlar, onlarla amansız bir mücadele vermişlerdir. Aynı şekilde bugün de tüm dünyada bulunan çağdaş Daru’n-Nedve’lerde Müslümanlara karşı büyük bir mücadele örneği sergilenmekte, insanlar sırf “Rabbimiz Allah’tir” dedikleri için eziyet görmektedirler.
Kesinlikle bilmek gerekir ki; bundan 1400 yıl önce varlığını sürdüren Da ru’n-Nedve ile şu anki parlamentolar arasında hiçbir fark yoktur. Zira Da ru’n-Nedve’de kabile reisleri kendi isteklerine dayanan kanun ve hüküm çıka riyorlar, bunlarla insanların idaresini yapıyorlar ve bu kanunları toplumlarının hayatlarına icra ediyorlardı. Zaten çağdaş parlamentolar da aynı minval üzere çalışmaktadır.
Mustafa Çelik bu konuda “Daru’l-Erkam Daru’n-Nedve Çarpışması” isimli eserinde şunları söylemektedir:
“Bugün Daru’n-Nedve çağdaş parlamento türünden devam etmektedir. Her Müslüman bilmelidir ki; Daru’n-Nedve insanların hayatını cüce ilahların ira desine bağlayan parlamentodur. Kısaca Daru’n-Nedve insanların iradesinin Allah’ın iradesine tercih edildiği çağdaş müşriklerin bir parlamentosudur. Bu parlamentolarda Allah’ın nizamına ters kanunları uyduranların meydanlar daki “Biz de Allah’a inaniyoruz” şeklindeki iddiaları, Mekke’de Daru’n-Ned ve’de toplanan kabile tağutlarının itikadlarının sınırını aşmaz. Sözün özü şu dur ki, Daru’n-Nedve ile Daru’l-Erkam arasındaki çarpışma bugün de devam etmektedir. Bu çarpışma, tevhid inancını insanların kalbine ve kafasına lisan-ı kaal ve lisan-ı hal ile yerleştirmeye çalışan eli silahsız muvahhidlerle, inanç ve düşünce hürriyetini tanımayan anadan doğma eli dipçikli kanun koyucularının çarpışmasıdır.”
Bu noktada şunu da belirtmekte fayda vardır. Rasullulah (sallallahu aleyhi vesellem) hayatının ne risalet öncesi döneminde, ne de risaletten sonraki döneminde kesinlikle bu Daru’n-Nedve’ye girmemiş, onların hiçbir ilke ve maddelerini kabul etmemiştir. Daru’n-Nedve’nin isteklerine karşı asla taviz vermemiş, onların isteklerini “Sizin dininiz size, benim dinim banadır” temel ilkesiyle kar şılamıştır. Burada şöyle bir soru akla gelmektedir: Bugün Müslüman geçinen, kendilerini Müslüman olarak isimlendiren, çağdaş Daru’n-Nedve konumunda olan parlamentolara girip onların ükelerini kabul edenlerin bu Müslümanlık iddiaları ne kadar tutarlıdır? Bu konuda İslam’ın hükmü nedir?
Şimdi kısaca, yukarıda Daru’n-Nedve hakkında bilgi verdikten sonra, çağdaş Daru’n-Nedve konumundaki parlamentolarda milletvekili ya da bakan olarak görev almanın hükmü hakkında bilgi vermekte fayda vardır.
Şehid Abdullah Azzam, “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen, Allah’ın şeriatina ve Rasulullah’in sünnetine zıt bir kanun koyan, o kanunu uygun gören veya destekleyip imzalayan kimseler kafir olurlar ve İslam milletinden çıkarlar” dedikten sonra “Beşeri sistemlerin gölgesinde Parlamentoya Girenin Hükmü” konusuna değinmiştir. Bu konu son dönemde İslam alimlerine çok sorulduğu için konu hakkında müstakil bir bölüm açmayı uygun gördük.
Şehid Abdullah Azzam’a “Parlamentoya Girmenin Hükmü” soruldu ve o şöyle cevap verdi:
“Parlamento bakanlar kurulu tarafından çıkarılmış kanunları inceleyen bir mercidir. Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyen, Allah’ın şeriatina ve Rasulullah’ın sünnetine taban tabana zıt kanun koyan, o kanunu uygun gören, destek leyip imzalayan kimseler kesinlikle kafir olurlar ve İslam milletinden çıkarlar. Allah’ın indirdikleri dışında kanun yapmak insanı kesinlikle dinden çıkarır. İslam’a zıt sadece tek bir kanunu dahi desteklemek, doğrulamak, imzalamak, parlamentonun hakkı değildir. Kim ki İslam’a zıt sadece tek bir kanunu dahi uygun görürse -erkek ve kadın eşittir gibi- İslam milletinden çıkar. İslam’a zıt tek bir kanun dahi olsa tüm parlamenterlerin buna karşı çıkması üzerlerine vaciptir. Şayet o kanuna karşı çıkmayıp o kanunu uygun görürlerse kafir olur lar. Ancak biz parlamentoya dinimizi ve davamızı anlatmak için girersek o zaman bir beis söz konusu değildir. Fakat bakanlar kuruluna girmek caiz değildir. Çünkü bakanlar kurulu kanunları çıkartan yerdir. Müslümanlar oraya giremez. Ama parlamento devleti gözeten bir yer olduğu için istediğini söyleye bilirsin. Ancak bakanlar kurulu böyle değildir.
Ama şayet Müslümanların maslahatı ve kâfir sistemleri durdurup karşı çıkmak için parlamentoya girseler bu konu Müslümanların genel maslahatına bağlıdır. Müslümanlar için hangisi güzel olursa onu yapması gerekir. Fakat bunu kesinlikle harama girmemek kaydıyla yapmalıdır.
Nevvap (vekil) kelimesi naibin çoğuludur. Bu kelime şu anda sanki musibet manasına gelen naibe kelimesinin çoğulu gibidir. Zira bugünkü vekiller, vekil değil tam bir musibettir. Ve şu anda bu parlamentolar tam bir oyuncak gibidir. Bizim için parlamentoya girip onların rüşvetçi olduğunu ya da hırsız oldukla rini, hain olduklarını açıklamamızda, şayet izin verirlerse, bir beis yoktur. Sonuçta bu benim görüşümdür. Ben vermiş olduğum bu fetvada doğru da ola bilirim, yanlışda olabilirim. Şayet sözlerimde isabet ettimse bu Allah’tandır.
Yanlış isem bu da şeytandandır. Allah’tan temennim bizlere hakkı bildirsin ve bizleri batıldan uzaklaştırsın.”
Bu anlatılanlardan şunu özetleyebiliriz. Şehid Abdullah Azzam, bazı şartlar dâhilinde parlamentoya girmeyi caiz görmektedir. Bu şartlar şunlardır:
Beşeri sistemlere karşı olmak ve bunların küfrünü açığa çıkarmak için par lamentoya girmek. Şer’i bir maslahatı gözetmek. Mesela İslam davasına yardım etmek, zulme karşı olmak, toplumun kanını emen hırsızları ve hainleri ortaya çıkarmak. Allah’ın kitabına ve Rasulün sünnetine zıt tek bir kanunu dahi desteklemeyip imzalamamak. Şayet Allah’ın indirdiklerine zıt tek bir kanun dahi olsa kişi, İslam dairesinden çıkar.
Şeyhu’l-İslam Mustafa Sabri Efendi şöyle demektedir:
“Din ile devlet işlerinin ayrılmasını yaygınlaştırmak isteyen devlet adamları nın ve yazarların bu düşüncesi, Kur’an ve sünnette açıklanan hükümlerin Allah tarafından gönderildiğine iman ilkesi ile bağdaşmaz. Aslında din ile devlet işlerini birbirinden ayırmak, dini ortadan kaldırma planından başka bir şey değildir. Batıdan gelen veya batı bağlılarının ortaya attıkları bid’atlerin hepsi İslam’ı yıkmak, dini ortadan kaldırmak, Müslümanları İslamdan uzaklaştır mak içindir. Bu amaçla ortaya attıkları şeylerin en korkuncu ise din ile devlet işlerini birbirinden ayırmak anlamına gelen laikliktir.
Laiklik hükümet tarafından halkın dinine indirilmiş bir darbedir. Oysa devrimler adet olduğu üzere halktan iktidara yöneliktir. Burada hükümetlerin halka rağmen, halkın aleyhinde devrim yaptığını görüyoruz.
Laiklik ilkesini kabul eden bir siyasi rejim İslam hükümlerine başkaldırmış demektir. Dolayısıyla öncelikle bu hükümet irtidad etmiş, sonra da bu idareye itaat edenler tek tek mürtedleşmişlerdir.
Siyasi idarede görev alanlar tek tek mürted hükmünü aldıkları (İslam dininden çıktıkları) gibi; bu hükümete itaat eden kitleler de irtidada düşmüş olurlar. Bu kestirmeden toplu küfre giriş kadar daha korkunç bir olay tasavvur edilemez. Birimiz fert olarak İslam’ın herhangi bir hükmünü kabul etmediğimiz, dinin sultasını reddettiğimiz, helal ve haramdan, emir ve nehiyden birini inkar etti ğimiz takdirde küfre girmiş oluruz. Peki toptan Allah’ın sultasını, emir ve ne hiylerini, helal ve harama ilişkin ölçülerini reddeden ve dolayısı ile kafir olduğu şüphe götürmeyen bir idarenin üyeleri hakkındaki hükmünüz ne olacaktır?
Cevap… Yalnızca mürted ve kâfir olmak değil midir?”
Muhammed Kutub şöyle söylemektedir:
“Böyle parlamentolara girmek bazı kaymalara sebep olur. Davaya karşı büyük tehlike ifade eder. Öncelikle girmek akideyi bozar. Bir Müslümanın dini ona “Allah’ın şeriatı dışındaki tüm kanun ve yasaları reddet. Beşeri sistemlerin hep si cahili sistemlerdir. Bu beşeri sistemleri kabul etme ve bunlara rıza gösterme” der. Buna rağmen bir Müslüman, Allah’ın şeriatını reddeden, kendi istekleri doğrultusunda kanun vaaz eden parlamentoda nasıl olur da onlarla oturur? Nasıl onlarla birlikte hükümet kurar? Bir Müslüman nasıl onların ilkelerini kabul ettiğine dair söz verir ve yemin eder? Hâlbuki Allah-u Teala kitabında şöyle buyurmaktadır:
“O (Allah), Kitap’ta size şöyle indirmiştir ki: Allah’ın ayetlerinin inkar edil diğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar kafirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve kafirleri cehennemde bir araya getirecektir.””
Bunların konuşması daima Allah’ın şeriatına muhaliftir. Zaten ondan başka konuşmaları ve çalışmaları yoktur. Ta ki kişi başka bir konuşmayı beklesin. Buna rağmen nasıl onlarla oturulur? Bazıları şöyle diyerek kendilerini kur tarmaya çalışırlar. “Biz oraya gideriz. İslam’m sesini yüceltmek için, onları Al lah’ın şeriatına göre hüküm vermeye çağırırız.” Kesinlikle bilinmelidir ki; bu gibi şeyler İslam akidesine apaçık terstir.”
Aynı konu üzerine Abdu’l-Mun’im Mustafa Halime ise şöyle söylemektedir: “Asıl tehlike parlamentoya girmek değil, asıl tehlike bazı kaymalar ki bunlar İslam’ın kabul etmediği akideyi bozan şeylerdir.
Birincisi: Parlamentoya giren milletvekili gayr-i Islami sistemi koruyacağına söz verir ve yemin eder. Bu apaçık akideyi bozan bir konudur. Zira zorlama olmadan küfür maddelerini kabul etmek imanı bozar. Bu kişilerin suçu haya tını tanzim etmek için tağutların mahkemesine başvuranlardan daha kötüdür.
Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır:
“Dinde zorlama yoktur. Doğruluk ile sapıklık birbirinden kesinlikle ayrıl mıştır. Kim tağutu, azgınlığı reddederek Allah’a inanırsa kopması söz konusu olmayan, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi işitir, herşeyi bilir.”
İkincisi: Parlamentoya giren kişi Allah’ın dinine düşmanlık eden parti ve şahısların meşruluğunu itiraf etmeye mecbur kalır. Hangi parti oy çokluğuna sahip olursa memleketi o idare eder. Tüzük ve düşünceleri ne olursa olsun fark etmez. O partinin meşruluğunu kabul etmeye mecbur kalır. Malum olduğu üzere bu kabullenmeler, imam bozar ve yok eder. Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın adı anılarak kesilmeyen hayvanların etlerinden yemeyiniz. Çünkü bu, Allah’ın yolundan sapmaktır. Şeytanlar dostlarına sizinle tartışmalarını telkin ederler. Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz siz de müşrik olursunuz, “
“Şüphesiz ki kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, ona arka dönenle ri, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir. Bunun sebebi; onların, Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara “Bazı hususlarda size itaat edece ğiz” demeleridir. Oysa Allah, onların gizlediklerini biliyor.””
Üçüncüsü: Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen kafir hâkimlere itaat etmek tir ki, bu da vela ve bera akidesi ile resmen çelişmektedir. Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kavmin; babaları, oğulları, kardeş leri yahut akrabaları da olsa Allah’a ve Peygamberine düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedi kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş
onlarda O’ndan razı olmuşlardır. İşte onlar Allah’ın taraftarlarıdır. Mu hakkak ki başarıya ulaşacak olanlar, Allah’ın taraftarlarıdır.”2 “Ey müminler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbir lerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola iletmez.”
Dördüncüsü: Tüm yapılan kanunlar çoğunluğa bağlıdır. Yani çoğunluk ne derse o olur. Çoğunluk helali haram, haramı da helal kabul ederse çoğunluğun dediği haktır. Bu da apaçık bir şekilde İslam akidesine terstir. Zira bu atmos ferde şeriatın hükümleri ile tağutun hükümleri aynı konuma girerler. Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır:
“Allah ve Rasulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”
Çoğunluğun dediği olur deyip de Allah’ın hükmünden yüz çevirmek açıkça in sanları iman dairesinden çıkarır. Velev ki bu suçu işleyen insanlar dilleriyle defalarca “Ben Müslümanım” dese de fark etmez. Allah-u Teala şöyle buyur maktadır:
“Bazı kimseler “Allah’a ve Peygambere inandık ve direktiflerine uymayı kabul ettik” derler. Fakat bazıları bu sözlerinden sonra sırt çevirirler. Bunlar mümin değildirler. Aralarındaki davalarda Allah’ın ve Peygamberin vere ceği hükme uymaya çağırıldıklarında bir bölümünün bu çağrıya yüz çevir diğini görürsün.”
Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır:
“Yoksa onlar cahiliye hükmünü mü istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?”
Bu ayetin tefsirine geçmeden önce bir konu hakkında kısaca bilgi vermekte fayda vardır.
“Cengiz Han, Tatarların kralı Onkhan’ı yendikten sonra doğu ülkelerinde bir devlet kurdu ve bu devleti için kanunlar yaptı. Bu kanunları ise “Yasa” veya “Yesak” ismini verdiği bir kitapta topladı. Daha sonra ise bu kanunları çelik levhalara işleterek onları kavminin uyacağı bir şeriat haline getirdi. Kavmi de bunlara uydu. Cengiz Han hiçbir dine bağlı değildi.”
Cengiz Han’ın bu kitabı hakkında el-Kal Kaşandi, Alaaddin el-Cuveyni’den şunları nakleder:
“Cengiz Han’ın ve kendisinden sonra çocuklarının bağlandığı din, Cengiz Han’ın koyduğu yes’ak kanunlarıdır. Yes’ak ise, Cengiz Han’ın kendi kafasından uydurduğu kanunlardır. Bu yes’ak içerisinde birtakım hükümler ve cezalar vardır. Bu hükümlerin çoğu Islam şeriatına muhalif idi. Ancak çok az bir kısmı Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem)’in şeriatına uygundu. Cengiz Han koymuş olduğu bu kanunları “Büyük Yasa” olarak isimlendirdi ve bu kanunları bir kitapta topladı. Bu kanunları kendisinden sonra gelecek olan nesiller için miras olsun ve böylece her aile onları gerek kendileri öğrensin, gerekse çocuklarına öğretsin diye kendisine ait bir kasada saklanmasını emretti.”
Cengiz Han’ın yes’ak ismini verdiği anayasasındaki bazı hükümler şöyledir: İster evli olsun ister bekâr olsun zina eden öldürülür.
Lutiliğin (erkeğin erkekle ilişkisi) cezası ölümdür.
Bilerek yalan söyleyen, sihir yapan, insanların gizli hallerini araştıran öldürülür.
Ticaret yapsın diye kendisine mal verilen kimse üç kere zarar ederse öldürülür.
Bu kısa açıklamalardan sonra Maide Suresi’nin 50. ayetinin tefsirine geçelim. Bu ayetin tefsiri hususunda büyük müfessir İbn-i Kesir şöyle demektedir:
“Allah-u Teala, her hayrı kapsayıcı, her şerri yasaklayıcı olan hükümlerinden yüz çevirip, bunun yerine cahiliyede olduğu gibi kişilerin görüşlerine, dalalet ve sapıklığı ihtiva eden değer yargılarına ya da çeşitli dinlerin karışımı ve beşeri görüşlerden meydana gelen Cengiz Han’ın vaaz ettiği yesak gibi İslam dışı hükümlere yönelenin imanını kabul etmiyor. Yes’ak; Cengiz Han’ın Kur’an, Tevrat, Incil ve kendi görüşlerine dayanarak ortaya koymuş olduğu kanunları ihtiva eden bir kitaptir. Cengiz Han öldükten sonra yerine geçen çocukları İslam’a girdikleri halde bu kitabı anayasa kitabı olarak görmeye devam ettiler. Allah’ın kitabı ve Rasulullah’ın sünnetini bir kenara atarak bu kitaptaki hükümlerle Tatarlar’a hükmettiler. İşte böyle davranan kimseler kafirdir. Bunlarla büyük küçük her meselede yalnız Allah’ın hükmüne dönünceye kadar savaşmak farz dır.”
İbn-i Kesir’in bu açıklaması üzerine Said Havva şöyle demektedir:
“Allame Ibn-i Kesir’in söylediği bu fetvaya karşı çıkan hiçbir alim tasavvur et mem. Biz aslen şunu açıkça söyleriz. Bir parti İslam nizamını terk ederse ya da kendi tüzüğüne küfür maddelerini katarsa veya hangi hükümet La Ilahe Illallah kelimesine ters kanun ve düstur vaaz ederse biz onlara kafir deriz. Aynı şekilde kimde böyle hükümete yardım edip onları kollarsa biz ona da kafir deriz.”
Maide Suresi’nin 50. ayetinin tefsirinde Seyyid Kutub şöyle demektedir: “Cahiliyenin anlamı bu ayette belirgin bir biçimde ortaya konuluyor. Cahiliye, -Allah’ım belirttiği, Kur’an’da ifade edildiği üzere- insanların insanlar için hü küm belirlemesi, insanın insana köle kılınması, Allah’a kulluğun bırakılması, Allah’ın ilahlığınıin reddedilmesi ve de buna karşılık, kimi insanların ilah kabul edilmesi ve -Allah’a değil- onlara tapılmasıdır.
Olaya bu ayetin ışığında baktığımızda, cahiliyenin tarihsel bir süreçten ibaret olmadığını görüyoruz. Cahiliye, bir olgudur. Geçmişte yaşanmış olan bu olguyla, bugün de yarın da yine karşılaşılacaktır. Cahiliyenin niteliği, İslam’la çelişme, İslam’a karşı olmadır.
Nerede ve hangi zamanda olursa olsun eğer insanlar, tek bir konuda bile ödün vermeksizin Allah’ın şeriatına göre hükmediyorlarsa, bu şeriatı benimsiyor ve ona gerçek anlamda teslim oluyorlarsa, Allah’ın dinine mensup olmuş demek tirler. Yok, eğer beşer aklın ürünü olan bir şeriat, bir öğretiye göre hüküm veri yorlarsa -hangi şekilde olursa olsun- söz konusu öğretiyi benimsiyorlarsa, onlar cahiliye sınıfındadırlar. Onlar, öğretisi doğrultusunda hüküm verdikleri kişinin dinini benimsemiş durumdadırlar, Allah’ın dinini değil! Allah’ın hükmünü iste meyen, cahiliye hükmünü istiyor demektir. Allah’ın şeriatını reddeden, cahiliye düzenini kabul ediyor, cahiliyeyi yaşıyor demektir.
Bu, yollarım ayrılış noktasıdır. Allah bu noktada, insanlardan iyice düşünme lerini istiyor. Gerisi insanlara kalmıştır. Diledikleri yolu seçmekte özgürdürler.
Ardından Allah bu tür insanlara, cahiliye düzenini istemelerinden ötürü kı nayıcı bir soru yöneltmektedir. Yine bu soru, Allah’ın hükmünün daha üstün olduğunu vurgulamaya yöneliktir:
“Kesin inançlılara göre Allah’in düzeninden, Allah’ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir mi hiç?”
Evet! Allah’tan daha iyi hüküm koyabilecek olan kim vardır?
Insanlar için Allah’ın şeriatından ve hükmünden daha iyi bir şeriat ve hüküm belirleyebileceği iddiasında bulunmaya kim kalkışabilir?
Böylesi büyük bir iddiaya kalkıştığında, bunu hangi gerekçeyle açıklayabilir? Bu iddiaya kalkışan, insanları, onların yaratıcısından daha iyi tanıdığını söy leyebilir mi? İnsanlara karşı, onların rabbinden daha hoşgörülü olduğunu ileri sürebilir mi? Insanlar için en uygun olanı, onların yararımı Allah’tan daha iyi gözetiyorum diyebilir mi? Nihai şeriatını gönderen, son peygamberini gönde ren, onu peygamberlerin sonuncusu, getirdiği mesajı kitapların sonuncusu kı lan, İslam şeriatını kıyamete dek geçerli olarak niteleyen Allah’ın, durumların değişebileceğini, yeni ihtiyaçların ortaya çıkacağını, farklı şartlar söz konusu olabileceğini bilemediğini iddia edebilir mi? Bir insan, Allah tüm bunları bile mediği için şeriatında belirtmemişti, ancak bugün işte tüm bunlar bizler tara findan kavranmıştır diyebilir mi?
Allah’ın şeriatını hayattan koparan, onun yerine cahiliye şeriatını, cahiliye hükmünü ikame eden, kendi keyfi arzusunu ya da herhangi bir halkın veya neslin keyfi arzularını Allah’ın şeriatından, Allah’ın hükmünden üstün tutan kimseler, bu tür sözler söyleme cüretini nasıl gösterebiliyorlar?
Özellikle de kendini Müslüman olarak adlandıran bir insan, bu türden sözler edebilir mi?
İçinde bulunduğumuz şartlarmış! Durum çok değişmişmiş! Insanların iste memesiymiş! Düşmanlardan çekinmemiz gerekirmiş! Allah Müslümanlardan kendi aralarında şeriatını yürürlüğe koymalarını, Kur’an doğrultusunda hayat sürmelerini, onlardan kimi insanların kendilerini indirdiği şeriatından ufacık bir noktada bile şaşırtmalarından sakınmalarını isterken, daha sonra olup bi tecek herşeyi bilmiyor muydu?
Beklenmedik ihtiyaçlar, yenilenen şartlar ve görmezlikten gelinemeyecek durumları, Allah’ın şeriatı ihata edemeyecek denli eksikmiş! Bu nasıl iddia edi lebilir? Şeriatından ödün verilmemesi için bu denli kesin bir ifade kullanan ve insanları özenle uyaran Allah, tüm bunların olacağını bilmiyor muydu? Bu konuda, Müslüman olmayan bir kimse dilediğince konuşabilir. Ama Müslüman olan ya da Müslüman olduğunu iddia eden bir kimse bu türden sözler edebilir mi? Bu türden sözler edebiliyorsa onun Islam’la artık ne ilgisi kalmıştir? Tüm bunlardan sonra, onda İslam’ın en ufak bir izi görülebilir mi?
Bu, tam bir yol ayrımıdır. Kişi seçimini yapmak zorundadır. Seçimini yapmışsa artık tartışmanın gereği yoktur. Ya İslam, ya cahiliye! Ya iman, ya küfür. Ya Allah’in hükmü ya cahiliye düzeni.
Allah’ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler, kafirlerin, zalimlerin, fa sıkların ta kendileridirler. Yönetilenlere karşı Allah’ın hükmüyle hükmetme yenler, kesinlikle mümin değildirler.”
Seyyid Kutub bir başka yerde de şöyle demektedir:
“Hakimiyet; insanları kul edinme hakkı ve onlara kanunlar koyma yetkisi… İşte bunlar ilahlığın temel özelliklerindendir. Allah’a inanmış birisi bunları kendisi için iddia edemeyeceği gibi, başkasının iddiasını da doğrulayamaz. Hakimiyet hakkı, insanları kendisinin koyacağı kanuna boyun eğdirme hakkıdır. Burada söz sahibi olduğunu iddia edenler ilahlık iddia etmektedirler.”
Abdulaziz b. Baz şöyle demektedir:
“Kim “İnsanların kanun ve yasaları, Allah’ın kanun ve yasalarından daha üs tün veya denktir” derse o kâfir olur. Kim Allah’ın hükümlerini terk edip yerine insanların kanun ve yasalarını tatbik ederse buna rağmen “Allah’ın hükümleri daha üstündür” dese bile küfürden kurtulamaz, kafir olur.”
Fıkıh usulü üzerine güzel ve önemli çalışmaları olan Abdülkerim Zeydan hüküm koyma ve kanun çıkarma noktasında şunları söylemektedir:
“Tüm Müslümanlar icma etmişler ki; kanun koyucu tek Allah’tır. Allah-u Te ala Enam Suresi’nin 57. ayetinde idare ve hükmün ancak kendisine ait oldu ğunu belirtmektedir. Bu esasa dayanarak diyoruz ki; Allah’ın şeriatından hariç yasama yapmak küfürdür. Çünkü Allah’tan hariç hiç kimsenin kanun koyma yetkisi yoktur.”
Ahmed Şakir şöyle demektedir: “Bu beşeri sistemlerin konumu güneş gibi açıktır. Küfrü nettir. Bunda kesinlikle hiçbir şüphe yoktur.”
Mahmud Şakir şöyle demektedir:
“Allah’ın şeriatına ters kanun koyanların küfründe zerre kadar şüphe yoktur.”” Abdulkadir Udeh şöyle demektedir:
“Çağımızda İslam şeriatını değil de, onun yerine insanların koymuş oldukları kanunları uygulamak, bugün küfrün en bariz örneklerindendir.”
Said Havva şöyle demektedir:
“Yasama yetkisini Allah’tan başkalarına vermek şehadeti bozar. Yani kanun yapma yetkisini Allah’tan alıp insanlara veren kimseler dilleri ile ne kadar La Ilahe illallah deseler de boştur. Bu kimseler bu harekeleriyle dinden çıkmış olurlar.”
Bununla birlikte bu beşeri sistemlere ve sahiplerine itaat etmek de aynı şe kilde Allah’ın kitabında şirk bir fiil olarak tanımlanmakta, böyle bir suça iştirak edenler ise müşrik olarak isimlendirilmektedir. Bilindiği üzere bu beşeri sistemlerin sahiplerine oy vermek onlara itaat edileceğine dair peşinen söz vermekten başka bir şey değildir. Bakınız bu konuda Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “Üzerine Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Kuşkusuz bu büyük günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de Allah’a ortak koşanlardan (müşriklerden) olursunuz.”
Bu ayetin tefsiri üzerine Seyyid Kutub şöyle demektedir: “Yani siz, Allah-u Teala’nın size emrettiği hususlardan yüz çevirip, şeriatını terk edip, başkasının sözüne uyarsanız, Allah’ın hükmünün yerine başkasının hükmüne koşarsanız… İşte bu yaptığınız şirk olur. Her kim bir insanın ken disinden uydurduğu hükümlere itaat ederse, bu hüküm çok küçük bir mesele dahi olsa o şüphesiz müşriklerdendir. Müslüman olup da böyle bir fiil yapan kimse İslam’dan çıkıp doğrudan doğruya şirke girmiş demektir. Ne kadar keli me-i şehadet getirirse getirsin, ne kadar dili ile “Ben Müslümanım” derse de sin fark etmez. Madem ki o Allah’tan başkasının hükmüne uymakta, Allah’tan başkasının hükmüne itaat etmektedir, dili ile “Ben Müslümanım” demesi onun durumunu değiştirmez. Bu kesin hükmün ışığı altında bugün yeryüzündeki cemiyetlere baktığımız zaman tamamen şirk ve cahiliyeden başka bir şey göre meyiz. Allah’ın koruduğu kitlelerden başka yığınlarca insanın şirk ve cahiliye bataklığı içerisinde yüzdüğüne şahit oluruz. Allah’ın muhafaza ettiği insanlar yeryüzünde ilahlık taslayan zalim putlara karşı gelir, zorlama dışında kalan hiçbir konuda onların hüküm ve şeriatina itaat etmezler.”
Mevdudi ise bu ayete yaptığı tefsir de şöyle demektedir: “Allah’ın ilahlığını kabul etmekle birlikte, Allah’ın dininden yüz çevirenlerin hükümlerini ve buyruklarını uygulamak da şirktir. Allah’ın birliğini kabul et mek, hayatın tüm alanında Allah’a itaat etmektir. Allah ile birlikte bir baş kasına da itaat edilmesi gerektiğine inanan kimse, inanç açısından şirke düş müştür. Haram ve helal koyma yetkisini kendi üzerinde gören böyle kişilere, Allah’ın yol göstericiliğini hiçe sayarak itaat eden bir kimse de ameli açıdan şirke girmiştir.”
İbn-i Kesir bu konu hakkında şöyle söylemektedir:
“Kim kaldırılmış şeriatlara muhakeme olup, Muhammed b. Abdullah’a (sallal lahu aleyhi vesellem) nazil olan şeriatı terk ederse muhakkak kafir olur. Acaba bu yesak kanunlarına muhakeme olanın hükmü ne olur? Tüm Müslümanların icması ile bunun küfründe şüphe yoktur.”
İbn-i Kesir’in bu yorumu üzerine Abdullah Azzam şöyle demektedir:
“Alimler bu konu üzerinde açık hüküm vermişlerdir. Hatta bazı alimler yesak kitabını eline alıp bu kitap ile hüküm verenler ve bu kitaba muhakeme olanlar muhakkak ki kafir olurlar demişlerdir. Müslümanların yes’ak mahkemesine gi denlerin küfrü hakkında şüpheleri yoktur.”
Seyyid Kutub, Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen idareleri ve bunların ka nunlarını birer put olarak isimlendirdikten sonra bu konu üzerine şunları söylemektedir:
“Dilleri ile Allah’tan başka ilah olmadığını ve Muhammed’in (sallallahu aleyhi vesellem) Allah’ın kulu ve rasulü olduğunu söyleyip, ferdi davranışlarda, arın ma, evlenme, boşanma ve miras gibi konularda Allah’ın vahyine tabi oldukları için kendilerini Müslüman diye isimlendirenler, bununla beraber bunun dışın daki konularda Allah’ımn kitabına göre şekillenmemiş kanun ve nizamlara itaat edenler… Allah kitabında izin vermediği halde Allah’ın kitabına muhalif olan yasalara ve kanunlara itaat edenler… İsteyerek veya istemeyerek bu çağdaş putlarının kendilerinden istedikleri görevleri yerine getirme noktasında tüm değerlerini feda edenler…. Bu kutsal değerleri ile çağdaş tağutların istekleri çe liştiği zaman, Allah’ın emirlerini kulak arkası yapıp bu çağdaş tağutların emir lerini yerine getirenler… Evet, kendilerini Müslüman ve Allah’ın dinine mensup zannedip de tüm bu fiilleri yapanlar, kafalarını yastıklarından kaldırıp bir an önce uyanmak ve ne kadar büyük bir şirk bataklığının içinde olduklarını görmek zorundadırlar..
Şirk ve müşriklik, rablik noktasında Allah’tan başka bir rabbin yaratan, ri zık veren, öldüren vb. varlığına inanmakla ortaya çıkmaz. Allah ile beraber veya; Allah’ın dışında başka rablerin hakimiyetine inanmak da şirkin en bariz örneklerindendir. O halde yeryüzünün doğusunda ve batısında yaşayan tüm insanlar, yaşantılarında yetkiyi kime verdiklerine, kime uyduklarına, kime ita at edip kime boyun eğdiklerine, kimin emrine uyup sözünü dinlediklerine bir baksınlar… Şayet tüm bu konularda sadece Allah’a itaat ediyorlarsa Allah’ın kendisinden razı olduğu dine, İslam’a mensupturlar. Yok, şayet bu konularda Allah’tan başkasına tabi oluyorlarsa (Allah korusun) onlar tabi oldukları ta ğutların dinine mensupturlar.”
Allah-u Teala başka bir ayette ise şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki, kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, arkalarına dönen leri, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir. Bunun sebebi; onla rin, Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara; “Bazı hususlarda size ileride itaat edeceğiz” demeleridir. Oysa Allah, onların gizlediklerini biliyor.”
İşte bu ayet günümüzde bu parlamenterlere oy verenlerin durumunu ne güzel ortaya koymaktadır. Zira bu ayette Allah-u Teala dinden çıkıp mürted olan ların dinden çıkışlarının sebebini onların Allah’ın indirdiğini hoş karşılamayan kimselere “bazı hususlarda size ileride itaat edeceğiz” demelerine bağlamıştır. Evet… Allah-u Teala bu ayetinde günümüzde, seçimlerde sandık başına gi derek Allah’ın hakimiyet yetkisini gasp eden kimselere oy atmak suretiyle onlara yetki verenlerin durumunu ne kadar güzel bir şekilde ortaya koymuştur.
Bu ayette dikkat edilmesi gereken iki husus vardır:
1-Allah-u Teala bu ayette bu kimselerin mürted oluş sebebini yukarıda da belirttiğimiz gibi “… Size ileride itaat edeceğiz” demelerine bağlamıştır. Yani on ları mürted yapan etken Allah’ın indirdiğini hoş karşılamayan kimselere bizzat itaat etmeleri değil, sadece “ileride itaat edeceğiz” demeleridir. Allah’ın indirdiğini hoş karşılamayan kimselere sadece itaat sözü vermek, sahibini mürted ve kafir yaptığına göre onlara her konuda bizzat itaat eden kimselerin hali ne olur acaba?
2-Yine bu ayette dinden çıkmış bu kimselerin “bazı hususlarda itaat edeceğiz” demelerine bağlanmıştır. Yani yüce Allah’ın indirdiğini hoş karşılama yanlara sadece bazı hususlarda itaat sözü vermek dahi kişiyi İslam milletinden çıkarmaktadır. Aynı şekil de Allah’ın indirdiğini hoş karşılamayan kimselere hayatlarının bütün alanlarında itaat edenlerin hali ne olur acaba?
Bakınız bu ayetin tefsirinde Şeyh Muhammed Emin Şankıti ne demektedir:
“Bu ayetler Allah’ın indirdiklerinden nefret edenlere itaat edip onların batıl düşüncelerine destekçi olanların kâfir olduklarını ifade etmektedir. Çağımızda bu ayetlerin ihtiva ettiği mana ve tehditleri bütün Müslümanların düşünmesi zorunludur. Zira kendini Müslüman zannedenlerin çoğu bu ayetlerin kapsamına girmektedirler. Çünkü doğudaki ve batıdaki tüm kafirler Allah’ın, Hz. Muhammed’e (sallallahu aleyhi vesellem) indirdiği kitaptan nefret etmektedirler. Kim bu kafirlere ayetin ifade ettiği gibi “bazı konularda size itaat ederim” derse bu ayetlerin tehdidinin altına girecektir. Tabii ki her konuda onlara itaat edenler daha çok bu ayetlerin mefhumuna girerler. Şu andaki beşeri sistemlere itaat edenler şüphesiz bu ayetin kapsamı altına girmektedirler. Dikkat et! “Bazı konularda size itaat ederim” diyenlerden olma!
Şeyh Muhammed Emin Şankiti Kehf Suresi’nin 26. ayetine yaptığı tefsirde ise şöyle demektedir: “Kur’an-ı Kerim’in naslarından açıkça anlaşılmaktadır ki, şeytanın dostları vasıtası ile koydurduğu, Islam şeriatına muhalif beşeri kanunlara tabi olanların kafir ve müşrik olduklarından ancak onlar gibi Allah’ın basiretlerini kör ettiği, vahyin nurundan kör olan kafir ve müşrik kimseler şüphe ederler.”
Yine Şeyh Muhammed Emin Şankıti İsra Suresi’nin 9. ayetine yaptığı tefsirde ise şöyle demektedir: “Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) getirdiği din ve şeriattan başkasına tabi olan kişi, kendisini İslam milletinden çıkaran apaçık bir küfür işlemiştir.
İşte bu hüküm Kur’an’ın doğru yola ileten hükümlerindendir.
Kaynak: İstismar Edilen Kavramlar
BENZER KONULAR:
Cevapla