Hilafet Kurumunun İlgası

Question

Hilafet Kurumunun İlgası

Hilafet Kurumunun Ilgasi

Hilafet’in kurumsal tarihi 632 yılında Hz. Ebubekir’e biat edilmesi ile başlamıştır. Hz. Ebubekir’in seçilmesi hakkında birçok gerekçe öne sürülebilir. Hz. Ebubekir’in halife seçilebilecekler arasında en tecrübeli insan olması, yaklaşık 10 yıl boyunca Hz. Muhammed’in baş danışmanlığını yapmış olması, göçebe Arapların entrikaları dâhil soy(genoloji) bilimi hakkında son derece önemli bilgilere sahip olması bu sebeplerden bir kaçıdır. Ayrıca Hz. Ebubekir’in kızı Hz. Ayşe’nin, Hz Muhammed’in eşi olması ve son olarak da Hz. Muhammed’in hastalığı sırasında cami cemaatine imamlık etme yetkisinin Hz. Ebubekir’e verilmesi bu sebepler arasında sayılabilir(Watt, 1968, s. 32). Tüm bu özellikler sayesinde Hz. Muhammed’in vefatı üzerine Hz. Ebubekir halife seçilmiştir. Zaten bu süreçten önce de Hz. Ebubekir Müslümanlar arasında ‘Allah’ın Resulü’nün Halifesi’ adı ile çağırılmıştır. Hz. Ebubekir’in seçilmesiyle birlikte hilafet makamı kurulmuştur. Hilafet kurumu tarihinde, toplamda 114 tane halife 6 farklı[1] dönemde bu kurumun yönetimini üstlenmiştir. Fakat İslami geleneğe göre yalnızca ilk dört halife tam anlamıyla halife olarak ifade edilmiştir. Bunun sebebi ise ümmetin sadece ilk dört halifeyi meşru halife olarak değerlendirmesindendir. Hz. Ebubekir ile başlayan bu dönem Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın yöneticiliğiyle devam etmiş ve Hz. Ali dönemin son halifesi olmuştur. Bu dört halifenin yöneticiliğinin meşruluk kazanmasının en önemli sebebi ‘ehlü’l-hal ve’l akd’ diye adlandırılan kurulun(meclisin) halifenin seçiminde söz sahibi olmasıdır. Bu kurul/kişiler sayesinde halkın büyük çoğunluğu seçilen kişiye gönül rahatlığı ile biat etmiştir. Fakat Dört Halife Dönemi’nin sonuna gelindiğinde, Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında yaşanan mücadele ile bu meclis devre dışı kalmıştır. Hilafet kurumunun tarihsel değişiminde ilk kırılma bu noktada yaşanmıştır. Bu kırılma öyle bir boyuta ulaşmıştır ki, 16. yüzyılda yaşamış İslam hukukçusu Aliyyu’l-Kârî,[2] Emevî ve Abbâsî yöneticilerine ‘halife’ denilmesine bile karşı çıkmış, bu yöneticilerin kâmil halife olmadıklarını ve onlara karşı kullanılan ‘halife’ kelimesinin dini değil örfi olduğunu savunmuştur(Geçit, 2016, s. 39).

Muaviye’nin yöneticiliğiyle birlikte İslam toprakları hiç olmadığı kadar genişlemiş, İslam devleti bir imparatorluk haline gelmiştir. Lewis’in tespitlerine göre bu imparatorluğa dönüşme sürecinde İslami mesajın özünden kayılmış, özellikle yönetim ve vergi politikalarında İslâmi esaslardan vazgeçilmiştir(Geçit, 2016, s.40). Aslında Emevîler İslam topraklarını genişlettikçe yönetimsel ve toplumsal olarak içe kapanma eğilimine girmişler ve iktidarlarını devam ettirebilmek için eski Arap geleneklerine tutunmuşlardır. Bu doğrultuda Muaviye’yle birlikte, risâlet usulüne değil, asabiyet usulüne dayalı mülk(mutlak monarşi) sistemi ortaya çıkmıştır.[3] Aslında teorik açıdan İslami yönetimin teokratik olduğu söylenebilir. Fakat Muaviye döneminden itibaren ulemanın kararları ve yetkileri, halifeler tarafından kısıtlanmıştır ve bundan dolayı İslami yönetim şekli mutlak monarşiye dönüşmüştür(Rosenthal, 2009, s. 26). Emevîler hilafeti ele geçirdikleri andan itibaren, iktidarlarının ilahi kaynaklı olduğu göstermek için her türlü zulmü yapmaktan çekinmemiş, kendilerini desteklemeyen ulemayı öldürürken, kendilerine yakın insanlara önemli memurluklar tahsis etmekten de geri durmamışlardır(Y. Ünal, 2012, s. 178). Muaviye’nin halifeliğinin sonuna doğru, Medine valisi Mervan, Muâviye’nin talimatı gereği Medine’deki insanlardan zorla biat alarak Yezid’i halife ilan etmiştir(Geçit, 2016, s. 40). Böylece seçim usulünden, tayin usulüne dönülmüştür ve halifelik bu dönemden itibaren babadan-oğla, hanedandan-hanedana intikal yöntemiyle sürdürülmüştür. Çalışmanın genelinde açıklanan Kur’an’ın devlet için belirlediği ilkeler ve sünnetin değeri, Emevîler dönemiyle birlikte uygulama alanını kaybetmeye başlamıştır. Hz. Muhammed ve Dört Halife Dönemi’nin en göze çarpan özellikleri ‘istişare’ ve ‘yöneticinin kararlarının sorgulanabilmesi’ geleneklerine sıkı sıkıya bağlı olmalarıdır. Emevî halifeleri ise istişare ilkesini gerektiği gibi uygulamamışlardır ve hesap verme sorumluluğundan kaçınmışlardır(Halil, 2011, s. 84). Hz. Muhammed ve Dört Halife Dönemi’nde yönetime katılabilen ve alınan kararlarda söz sahibi olabilen halk, Emevîlerle birlikte yönetimden uzaklaşmaya başlamıştır. Halkın yönetimden uzaklaştırılması ve hor görülmesinden dolayı, ‘ümmet’ olma bilincinden ve ‘liyakat’ ilkelerinden de giderek uzaklaşılmıştır. Tüm bu sebeplerden dolayı İslam ümmeti içinde silahlı ve silahsız olmak üzere birçok muhalif grup ortaya çıkmaya başlamıştır. Ayrıca hilafet makamında yaşanan bu kurumsal değişim, kabileciliğin hortlamasına da sebep olmuştur. Bu kabilecilik ruhu o kadar derinden yaşanmaya başlanmıştır ki bu dönemde Şam[4] Müslümanları Kaysi[5] ve Yemeni[6] olmak üzere ikiye ayrılmıştır(Halil, 2011, s. 84). Hilafet makamına olan güvenin azalması ve Emevîlerin çöküş sebeplerinden en önemlilerinden biri de bu kabilecilik siyaseti olmuştur. Emevîlerin Kur’an ve sünnete aykırı, baskıcı ve asabiyet usulüne dayalı bu yönetiminin sonucunda iki muhalif grup Emevîlerin otoritesini ve ümmeti bir araya getiren hilafet kurumundan kaynaklanan otoriteyi kabul etmemiş ve halifeleri olmasına rağmen onların karşısında yer almıştır. İslam’dan kopuşun gün yüzüne çıktığını gösteren bu gruplardan birisi, Emevî iktidarını çok yıpratan ve meşgul eden silahlı Hariciler grubu, diğeri ise merkezine Ehl-i Beyt’i alan ve Hz. Ali taraftarlarından oluşan Şii gruptur. Hilafet makamı, bu süreçte ikinci büyük kırılmayı yaşamıştır. Bu döneme kadar her ne olursa olsun hilafet, İslam dünyası için ağırlığı olan bir kurum konumunda bulunmuştur. Halife kimden olursa olsun İslam dünyası için bağlayıcı ve mantıklı kararların alınması için elinden gelen bütün çabayı göstermiş, Müslümanlar da bu çabayı takdir etmiştir. Fakat Emevîler döneminde ortaya çıkan asabiyet sistemi, kabileler arasında birçok kavgaya sebep olmuş, Şii ve Harici grupları yönetimden uzaklaşmış, tüm bunların neticesinde de hilafet makamı tüm İslam dünyası tarafından sorgulanan ve önemsenmeyen bir kurum haline gelmiştir. Şii ve Haricilerin tüm çabalarına rağmen otoritesini koruyan Emevîler, Şii ve Haricilerin desteğini alan Abbâsoğulları tarafından yıkılmıştır. Böylece hilafet, Abbasoğulları’nın eline geçirmiştir.

Abbâsîler, adalet, eşitlik, Kur’an ve sünnete bağlılık propagandaları eşliğinde yönetime gelmiş ve halka iki söz vermiştir: Birincisi Kur’an ve sünnet merkezli yönetimi geri getirmek, ikincisi ise Ehl-i Beyt’e ait hakları iade etmektir. Fakat yönetime geldikten sonra bu sözlerine yerine getirmemişler ayrıca vaat ettikleri yönetim şeklinin tam tersi bir yönetim sergilemişlerdir(Geçit, 2016, s 41). Yönetimi ele geçirmek için Şam’a girdikleri zaman burada 50.000 insan ve Ehl-i Beyt’in sağ olan büyük âlimlerini öldürmüş, Muaviye ve diğer Emevî mezarlarını sökerek kemiklerini ortaya çıkarmış, Emevî Camii’ne atları bağlayarak camiyi ahıra çevirmiş ve daha birçok zalimce tavır sergilemişlerdir. Bu olaylar neticesinde Abbâsî Hilafeti, Emevî Hilafetini aratmamıştır. Bunlardan dolayı Hilafet makamına olan güven Abbâsîler dönemiyle bir kere daha sarsılmıştır. Bu şekilde başlayan ve yaklaşık 500 yıl süren Abbâsî iktidarı yalnızca 200 yıl boyunca hem dini otoriteyi hem de siyasal gücü elinde tutabilmiştir. Abbâsî Halifeliğinin yaklaşık 2-3. Yüzyılına(Miladi 10. yüzyıl) geldiğinde ise halife sadece dini otoriteye sahip olmuş ve siyasi gücünü dönemin güçlü sultanlarına bırakmıştır. Bu noktada ‘güç’ ve ‘otorite’ terimlerini de birbirinden ayırmak gerekir. Jacques Maritain, İnsan ve Devlet(Man and the state) adlı kitabında bu iki kavramı çok açık şekilde birbirinden ayırmıştır: ‘‘Otorite ve güç iki ayrı şeydir. ‘Güç’, sayesinde diğerlerini kendine itaate zorlayabileceğin kuvvettir. ‘Otorite’ ise idare etme, hâkim olma, diğerleri tarafından dinlenip itaat edilme hakkıdır’’(Makdisi, 1997, s. 109). İbni Haldun da Mukaddime’de halifelik ve mülk kavramlarını birbirinden ayırır(Yaşar, 2016, s. 520). Bu noktada otorite ve halifelik, güç ile mülk(siyasi otorite) birbirini karşılayan kavramlar olmuştur. Abbâsî Hilafeti altında, onuncu yüzyılın ortalarına gelindiğinde, Büveyhoğulları’nın Abbâsî Hilafeti’ni etkisi altına almasıyla birlikte bu ‘güç’ ve ‘otorite’ kavramları da keskin şekilde birbirinden ayrılmaya başlamıştır. Güç, dönemin güçlü sultanlarına, otorite ise dini yetkileri kapsayacak şekilde halifeye kalmıştır. Fakat her ne kadar ‘güç’, dönemin güçlü liderlerine geçmiş olsa da, bu yöneticiler meşruiyetlerini halifelerin otoritelerinden almışlardır(Makdisi, 1997, s. 110).


[1] Dört Halife Dönemi(632-661) – Emevîler Dönemi (661-750 yılları, 14 halife) – Abbâsî Dönemi(750-1258 yılları, 37 halife) – Fâtımî Dönemi (910-1171 yılları,14 halife) – Memlûk himayesi(1259-1517 yılları, 17 halife) -Osmanlı Dönemi(1517-1922 yılları, 27 halife). Bunlara ek olarak TBMM tarafından atanan Abdülmecid Efendi(1922-1924) vardır.
[2] Ayrıntılı bilgi için Karadaş’ın ‘Ali El-Karî’nin Hayatı, Selef Akîdesine Dönüş Çabası ve Eserleri’ başlıklı makalesine bakınız.
[3] Abbâsîler de bu sistemi devam ettirmiştir.
[4] Emevîler döneminde İslam ümmetinin yönetildiği merkezdir.
[5] Şam diyarı kuzey bölgesi Arapları.
[6] Şam diyarı güney bölgesi Arapları.

BENZER KONULAR:

Dini Soru Cevap

Her soru cevap verilmeye değerdir, yeter ki aynı konu bize sorulmuş olmasın ve kurallara uygun sorulsun. Lütfen soru yollamadan önce aynı konu var mı diye \\\\"ARAMA\" yapınız. Konu altına yazılan sorulara öncelik tanıyoruz.. Bilginize

Takip Et

Answers ( 4 )

  1. 1
    0
    2020-08-05T12:46:34+03:00

    Emevî döneminde başlayan, Abbâsî döneminde devam eden çekişmeler ve ihtilaflar neticesinde, hilafet makamında ‘güç’ ve ‘otorite’ ayrımına gidilmiştir ve bu durum İslam’dan kopuşlara ve yeni İslami meydan okumalara sebep olmuştur. Bu ayrımdan önce bile sekizinci yüzyıl sonu dokuzuncu yüzyıl başında, İspanya, Fas, Batı Cezayir gibi yerlerde bölgesel hanedanlar kurulmuş ve halifenin etki alanından kopuşlar başlamıştır. Ayrıca Mâverâünnehir ve kuzeydoğu Pers topraklarını merkez alan Samani Devleti’nin kurulması İslam devletinin doğu toprakları üzerinde otoritesini büyük ölçüde sarsmıştır(Lewis, 2017, s 84-90). Yaşanan bu gelişmeler karşısında halife, bu kopuşlara karşı gelebilecek kadar güçlü bir ordu, toplum ve devlete sahip değildi. Bu olaylar neticesinde Abbâsî Hilafeti’nin otoritesi sekizinci yüzyılda başlayarak dokuzuncu yüzyıl boyunca sarsılmaya devam etmiştir. Bu dönemde devlet merkezinin otoritesini güçlendirmek için ‘Türk paralı askerler’ devletin başkentine getirilmiş, fakat bu askerlerin varlığı da imparatorluk merkezinde dengesizliğe yol açmıştır(Lewis, 2017, s. 97). 945 yılına gelindiğinde, savaş lordu olarak nitelendirilebilecek Büveyhoğulları, Bağdat’a girerek yönetimi ele geçirmişlerdir. Bununla birlikte halifenin siyasi yetkileri Büveyhoğulları’na geçmiştir. Bu siyasi yetkiler, dönemin güçlü devletlerine ya da sultanlarına bağlı olarak elden ele dolaşmaya başlamıştır. 1055 yılına gelindiği zaman Büveyhoğulları’nı ortadan kaldıran Selçuklu Dönemi başlamıştır. On üçüncü yüzyılın ortasına gelindiğinde ise Moğol istilâsı başlamış ve 1258 yılında Abbâsî Devleti son bulmuştur(Rosenthal, 2009, s. 100). Bu süreçten sonra Abbâsî Hilafeti, Mısır’da Memlük sultanlarının koruması altında devam etmiştir ve halifeler Memlûklu sultanlarının etkisi altında kalmıştır. Bu durum İslam dünyasında birçok tartışmaya sebep olmuştur. Çünkü halife, Memlûklu sultanlarının otoritesi altında, devletsiz şekilde yaşamaya başlamıştır. Bu iki başlı yapı on altıncı yüzyıla kadar devam etmiştir. 1517 yılında Kahire’ye giren Yavuz Sultan Selim, halifeyi İstanbul’a getirmiş ve Ayasofya Camii’nde yapılan bir törenle hilafet makamını, Son Abbâsî Halifesi Mütevekkil-Alellah’dan devralmıştır(Akkor, 2012, s. 17). Böylelikle hilafet makamı, sultanlık kurumuyla birlikte son dönüşümünü yaşamıştır. Hilafet makamı, Abbâsîlerin ikinci yüzyılında(Miladi onuncu yüzyıl) pratik olarak, Abbâsîlerin yıkılmasıyla(1258) resmi olarak kaybettikleri siyasi yetkileri, Osmanlı dönemiyle birlikte tekrar kazanmıştır. Hilafetin Osmanlı’ya geçmesiyle birlikte makam son defa el değiştirmiş ve Yavuz Sultan Selim hem padişah hem de halife olarak görev yapan ilk Osmanlı padişahı olmuştur. Hilafetle ilgili tüm bu tarihsel dönüşümleri ve tartışmaları göz ardı etmemekle birlikte, şunu unutmamamız gerekiyor ki gerçek anlamda hilafet şeriatla uyumlu Allah merkezli yönetim şeklidir(Rosenthal, 2009, s. 26). Osmanlı İmparatorluğu halifeleri de bu doğrultuda yaklaşık 400 yıl süren bu görevi 30 farklı halife ile ifa etmeye çalışmıştır. Hilafet kurumunun son halifesi II. Abdülmecid olmuştur. 3 Mart 1924 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ‘‘Halife hal’ edilmiştir. Hilafet, hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan hilafet makamı mülgadır’ şeklindeki 431 numaralı kanun ile kaldırılmıştır’’(Alkan, 2014, s. 384).
    Hilafetin ortaya çıkış amacı İslâm şeriatının öne sürdüğü hükümlerin tüm devlete hâkim kılmak, bu hükümlerin yeryüzünde bulunan her insana ulaştırmak ve tüm Müslümanlara önderlik etmektir. Fakat tarih boyunca tarih sahnesinde pek çok kırılma yaşanmış ve bunların sonucunda hilafet kurumunun sağladığı bağlayıcılık ve güven sarsılmıştır. Bu tarihi kırılma noktalarını şu şekilde özetleyebiliriz:
    Hilafet makamıyla ilgili ilk kırılma, seçim usulünden saltanat usulüne geçilmesidir(halifeliğin Hz. Muaviyeden, Yezid’e geçmesi).
    Hilafet makamıyla ilgili ikinci kırılma, Kur’an ve sünnetten uzaklaşılarak şeriatı toplumdan uzaklaştırmak ve şeriatı yalnızca devletin çıkarları için kullanmaktır(Emevî, Abbâsî ve sonraki dönemler).
    Hilafet makamıyla ilgili üçüncü kırılma, Abbâsîlerin ikinci yüzyılından itibaren halifenin siyasi yetkilerini kaybetmesi ve sürekli olarak dönemin güçlü sultanlarının etkisinde kalmasıdır(Büveyhoğulları, Selçuklu…). Ayrıca bu etkiden dolayı hilafet; rehberlik-önderlik, halife-saltanat, otorite-güç ve daha birçok şekilde adlandırabilecek şekilde ikiye ayrılmıştır.
    Hilafet makamıyla ilgili dördüncü kırılma, birden fazla halife iddiasının ortaya çıkması ve bu halifelerin kitleleri peşinden sürüklemesidir. Örneğin Endülüs Emevî Halifesi, Fâtımî Halifesi ve Abbâsî Halifesi aynı dönemde yaşamıştır. Ortaya çıkan bu bölünmüşlük, ‘ümmetin halifesi’ algısı ortadan kaldırarak ‘bölgesel halifelik, mezhepsel halifelik’ algısını ortaya çıkarmıştır. Böyle bir yapının oluşması da hilafetin ümmeti bir arada tutabilme kabiliyetinin ortadan kalkmasına sebep olmuştur.
    Hilafet makamıyla ilgili beşinci kırılma, halifelik makamının güç mücadelelerinin ortasında kalması ve güçlü siyasi otoritelerin akrabalık ilişkileri ile hilafeti ele geçirme isteği olmuştur(Tuğrul’un halifenin kızı ile evlenmesi, Melikşah’ın, halife Muktedi’nin yerine, halifenin küçük oğlu Ebu’l Fadl’ı[1] hilafet makamına geçirmek istemesi örnek verilebilir). Fakat bu konuda sadece Osmanlı sultanları başarılı olabilmiş, halifelik ve sultanlık Osmanlı ile bir araya gelmiştir.
    Hilafet makamıyla ilgili altıncı kırılma, 1258 Abbâsîlerin yıkılmasıyla birlikte halifenin Memlükler koruması altına girmesidir. Yaşanan bu gelişme halifenin devletsiz kalmasına ve iktidar yetkisinin hepsini kaybetmesine sebep olmuştur.
    Hilafet makamıyla ilgili yedinci kırılma, hilafetin Yavuz Sultan Selim ile birlikte Osmanlı’ya geçmesidir. Böylece ‘imamlar Kureyş’ten olmalıdır’ hadisi bir dayanak olmaktan çıkmıştır ve hilafet makamı Arap Kureyş’in kontrolünden tamamen çıkmıştır.
    Hilafet makamıyla ilgili sekizinci ve son kırılma ise Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin önce saltanat ve halifelik makamlarını ikiye ayırması. Devam eden süreçte de halifeliği kaldırması olmuştur.
    Mustafa Öden
    [1] Ebu’l Fadl’ın annesi, Melikşah’ın kızıdır.

    1
    2021-02-09T00:42:15+03:00

    Hilafet 632 yılında Hz. Ebubekir (ra)’ya biad edilerek resmen başlamıştır. Hz. Ebubekir (da)’nun hilafetinden sonra, Hz. Ömer (da) halife olmuş ondan sonra Osman (ra) ve son olarak Hz. Ali (ra) o dönemin son halifesi olmuştur.

    Ne yazık ki hilafet kurumunu ilk yıkılma olayı seçim usulünden saltanat usülüne geçilmesi ile başlamıştır. Babadan oğulu geçmesi hilafet makamını ilk zedeleyen etken olmuştur. İkinci sıkıntı olan şey toplumu dinden uzaklaştırmak olmuştur. Şeriat toplumdan uzaklaşmış sadece devletin çıkarları için var sayılmıştır. Ondan sonra Emevi döneminden başlayan Abbasi döneminde çekişmelerin iç kavgaların bir türlü bitmemesi hilafet kurumunu biraz zedelemiştir.

    En iyi cevap
    0
    2023-06-06T08:52:15+03:00

    The abolition of the Caliphate institution is a historical event that took place in the early 20th century. The Caliphate, as an institution, refers to the political and religious leadership of the Muslim community, with the Caliph serving as the successor to Prophet Muhammad (peace be upon him).

    The Caliphate institution had its origins in the early days of Islam and underwent various transformations and changes throughout history. It played a significant role in governance and the consolidation of Muslim territories. However, the institution faced challenges and experienced decline over time.

    Osmanlı Hilafeti olarak bilinen son Hilafet, 1924’te modern Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk tarafından kaldırıldığında sona erdi. Bu karar, Türk Kurtuluş Savaşı olarak bilinen daha geniş siyasi ve sosyal reformların ve ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun bir parçasıydı.

    Hilafet kurumunun kaldırılmasının nedenleri çok yönlüydü ve siyasi, sosyal ve ideolojik faktörleri içeriyordu. Laik bir devlet kurmayı hedefleyen yeni Türk hükümeti, dini siyasetten ayırmaya ve ülkeyi Batılı ilkelere göre modernleştirmeye çalıştı. Halifeliği artık amacına hizmet etmeyen, çağını doldurmuş bir kurum olarak görüyorlardı.

    Halifelik kurumunun kaldırılmasının İslami öğretilerle ilgili teolojik bir karar değil, tarihi bir olay olduğunu not etmek önemlidir. İslam’ın kendisi, imanın temel bir bileşeni olarak bir Halifeliğin varlığını zorunlu kılmaz. Müslümanlar, merkezi bir Halifelik kurumunun varlığına veya yokluğuna bakılmaksızın, İslam’ın ilkelerini korumaya ve öğretilerine göre yaşamaya devam ediyor.

    Halifeliğin kaldırılmasından sonra, çoğunluğu Müslüman olan çeşitli ülkeler, cumhuriyetler, monarşiler veya diğer siyasi sistemler dahil olmak üzere farklı yönetim biçimlerini benimsedi. İslami yönetim kavramı, modern bağlamda İslami ilkelerin uygulanması için ideal modele ilişkin farklı bakış açıları ve yorumlarla Müslümanlar arasında bir tartışma konusu olmaya devam ediyor.

    0
    2024-11-05T11:01:33+03:00

    Hilafet Kurumunun İlgası (Kaldırılması), Osmanlı Devleti’nin son döneminde, 3 Mart 1924 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından alınan bir kararla hilafet makamının resmen sona erdirilmesi anlamına gelir. Bu karar, Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının ardından, yeni devletin laik yapısını pekiştirmek amacıyla alınmıştır. Hilafetin kaldırılmasıyla birlikte, yaklaşık 1300 yıllık bir dini liderlik kurumu olan hilafet sona erdirilmiş ve bu olay, İslam dünyasında geniş yankı uyandırmıştır.

    Hilafetin kaldırılmasının temel nedenleri ve sonuçları şunlardır:

    Nedenleri

    1. Yeni Devletin Laiklik İlkesi: Türkiye Cumhuriyeti, laik bir devlet olarak kurulmuştu ve din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması hedefleniyordu. Hilafet ise dini bir kurum olduğu için laik devlet yapısına uygun görülmedi.

    2. Ulus Devlet Yapısının Pekiştirilmesi: Osmanlı Devleti’nin çok uluslu yapısına karşılık Türkiye Cumhuriyeti, tek bir ulusa dayalı bir devlet olarak kurulmak istenmişti. Hilafetin varlığı, ulusal kimlik oluşturma sürecinde bir engel olarak görüldü.

    3. Saltanatın ve Monarşik Düzenin Kaldırılması: Saltanatın kaldırılmasıyla Osmanlı hanedanının siyasi ve dini yetkileri sona erdirilmişti. Hilafet makamı, eski monarşik düzeni ve hanedanın etkisini sürdürme potansiyeline sahipti, bu da yeni rejim için bir tehdit olarak değerlendirildi.

    4. Siyasi ve Toplumsal Baskılar: Hilafetin sürdürülmesi, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası alanda tam anlamıyla bağımsız bir ülke olarak tanınması ve kabul edilmesi sürecinde de sorun teşkil edebilirdi.

    5. Hilafetin İslam Dünyasında Tek Birleştirici Güç Olamaması: Hilafet makamının Osmanlı Devleti döneminde bile İslam dünyasında tam bir birleştirici rol oynamadığı gözlenmişti. Özellikle Arap ülkelerinde Osmanlı hilafetine yönelik eleştiriler vardı ve bu makamın kaldırılmasının, Türkiye’nin İslam dünyası üzerindeki yükünü hafifleteceği düşünülüyordu.

    Sonuçları

    1. Dini ve Siyasi Bir Liderlik Boşluğu: Hilafetin kaldırılması, İslam dünyasında dini bir liderlik boşluğuna neden oldu. Müslümanlar, hilafeti yeniden kurma çabalarına girişmiş, ancak herhangi bir ülke hilafeti yeniden ihya edememiştir.

    2. Türkiye’nin Laikleşme Sürecinin Hızlanması: Hilafetin kaldırılması, Türkiye Cumhuriyeti’nin laikleşme sürecinde önemli bir dönüm noktası oldu. Dini kurumların siyasi hayata etkisinin azaltılması, Türkiye’de laiklik ilkesinin daha sağlam bir şekilde yerleşmesine zemin hazırladı.

    3. İslam Dünyasında Ayrılık: Hilafetin kaldırılması, İslam dünyasında tartışmalar başlattı. Bazı Müslüman ülkelerde, hilafetin yeniden kurulması talepleri yükseldi. Ancak, bu girişimler bir sonuç vermedi ve İslam ülkeleri arasında merkezi bir dini otorite eksikliği oluştu.

    4. Hanedanın Yurtdışına Sürgün Edilmesi: Hilafetin kaldırılmasıyla birlikte Osmanlı hanedanı mensupları Türkiye’den sürgün edildi ve hanedan yurt dışına gönderildi. Bu olay, Osmanlı hanedanının Türkiye üzerindeki etkisini sona erdirdi.

    Sonuç olarak

    Hilafetin kaldırılması, Türkiye’nin modernleşme ve laikleşme sürecinde köklü bir adım olmuş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin laik devlet yapısını güçlendirmiştir. Ancak, bu olay, İslam dünyasında siyasi ve dini liderlik eksikliği tartışmalarını da beraberinde getirmiştir. Bu nedenle, hilafetin kaldırılması, sadece Türkiye’yi değil, tüm İslam dünyasını etkileyen önemli birtarihsel dönemeç olarak kabul edilir.

     

Cevapla