Paylaş
Hz. Muhammed(sav)’in islamı yayma politikaları nelerdir?
BildirQuestion
Please briefly explain why you feel this question should be reported.
Peygamberimiz Hz. Muhammed(sav)’in islamı yayma politikaları
Hz. Muhammed(sav)’in islamı yayma politikaları nelerdir? Mekke döneminde İslâmiyet’in yayılma seyri nasıl olmuştur, Müslümanlar hangi şartlarda İslamiyet’i yaşamaya çalıştılar ve bu süreçte Peygamberimiz (s.a.v.) tebliğde nasıl bir metot izlemiştir?
CEVAP:
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in İslâm’ı yayma politikaları, Mekke ve Medine dönemlerinde iki ana evreye ayrılabilir. Bu politikalar, dönemin şartlarına uygun bir şekilde hem diplomatik hem de stratejik yollarla şekillendi. Mekke döneminde, İslam’ın tebliği daha çok sabır, gizlilik, bireysel davet ve ahlaki örneklik üzerinden ilerlerken, Medine döneminde bu politikalara daha aktif bir toplumsal ve diplomatik yapı eklenmiştir.
Mekke Döneminde İslam’ın Yayılma Politikaları:
Gizli Tebliğ (İlk 3 Yıl): İslâm’ın ilk yıllarında, müşriklerin baskısı nedeniyle Hz. Muhammed (s.a.v.) tebliği gizli olarak sürdürmüştür. Bu dönemde özellikle yakın akrabalarına ve güvenilir kişilere davette bulunmuştur. Darü’l-Erkam isimli bir evde ilk Müslümanlar toplanarak eğitim görmüştür.
Açık Tebliğ (3. Yıldan Sonra): Allah’tan gelen emirle birlikte Hz. Muhammed (s.a.v.), İslam’ı açıktan yaymaya başladı. Bu aşamada tebliğin temel hedefi, putperest Mekke toplumunun ahlaki ve inanç açısından yanlışlarını göstermek ve tevhid inancını yaymak olmuştur. Hz. Peygamber, Safa Tepesi’nde insanlara açıkça İslam’ı anlatarak toplumu Allah’ın birliğine davet etti.
Sabır ve Direnç: Mekke döneminde Müslümanlar ciddi bir baskı altında yaşadılar. Hz. Muhammed (s.a.v.), bu süreçte Müslümanlara sabırlı olmayı, Allah’a tevekkül etmeyi öğütlemiştir. Kendisi ve ashabı işkence, boykot ve zulme maruz kalmasına rağmen barışçıl ve sabırlı bir direniş sergilemiştir. Müslümanlar, Mekke boykotundan (7-10 yılları arası) ve dışlanma politikalarından büyük zorluklar yaşamışlardır.
Habesistan’a Hicret: Mekkeli Müslümanların artan baskılara karşılık olarak Habeşistan’a hicret etmeleri, Peygamberimiz’in izlediği bir güvenli bölge bulma stratejisidir. Böylece Müslümanlar güvenli bir şekilde İslâm’ı yaşayabilmiş ve yayabilmişlerdir.
Kişisel Örneklik ve Ahlaki Duruş: Hz. Muhammed (s.a.v.), İslam’ı sadece sözlü olarak anlatmamış, kendi ahlakı ve kişisel duruşuyla İslam’ın örnek bir temsilcisi olmuştur. Bu ahlaki duruş ve güvenilirlik (el-Emin lakabı), insanların İslam’a olan ilgisini artırmıştır.
Medine Döneminde İslam’ın Yayılma Politikaları:
Mekke dönemine kıyasla Medine döneminde İslam’ın yayılma politikaları daha geniş bir toplumsal ve siyasi zemine oturmuştur. Medine İslam devleti bu dönemde şekillenmiştir.
Medine’ye Hicret ve Devletin Kuruluşu: Mekke’deki baskılar sonucunda Medine’ye hicret, İslam’ın yayılması açısından kritik bir dönemeçtir. Medine’ye hicretle birlikte Hz. Muhammed (s.a.v.) burada bir İslam toplumu kurmuş ve Medine Vesikası ile Müslümanlar, Yahudiler ve diğer topluluklar arasında bir anayasa oluşturmuştur. Bu dönemde İslam, sadece bireysel bir inanç değil, toplumsal ve siyasi bir sistem olarak da kendini göstermiştir.
Barış ve Diplomasi: Hz. Muhammed (s.a.v.), farklı kabileler ve devletlerle barışçıl ilişkiler kurmaya özen göstermiştir. Bu dönemde, İslam’ı yaymak amacıyla civardaki kabilelere elçiler göndermiş, mektuplar yazarak İslam’a davet etmiştir. Bu diplomatik yöntemler İslam’ın yayılmasında önemli rol oynamıştır.
Savaşlar ve Savunma: Medine döneminde İslam’ı korumak ve yaymak için savaşlar da yapılmıştır. Ancak bu savaşlar savunma amaçlıdır ve Müslümanların varlıklarını ve inançlarını savunmalarına yönelik olmuştur. Bedir, Uhud, Hendek gibi savaşlar, Medine’deki İslam toplumunun varlığını koruma çabalarının bir parçasıdır.
Hudeybiye Antlaşması: Bu barış antlaşması, Müslümanlar ile Mekkeliler arasında bir ateşkes sağlamış ve İslam’ın barışçıl yollarla yayılmasına fırsat tanımıştır. Antlaşma, İslam’ın yayılmasında önemli bir diplomatik zafer olarak kabul edilir.
Mekke’nin Fethi: Mekke’nin fethi, İslam’ın Arap Yarımadası’ndaki yayılması açısından büyük bir dönüm noktasıdır. Fetihten sonra Hz. Muhammed (s.a.v.), Mekkelilere merhametle yaklaşmış ve genel bir af ilan etmiştir. Bu durum, birçok kişinin İslam’ı kabul etmesine vesile olmuştur.
Sonuç:
Hz. Muhammed (s.a.v.), İslam’ı yayarken hem sabır ve direnç göstermiş hem de ahlaki örnekliği ve diplomatik yolları ustaca kullanmıştır. Mekke dönemindeki zor şartlara rağmen tebliği sürdürmüş, Medine döneminde ise hem askeri hem diplomatik yollarla İslam’ı yaymıştır. Onun bu metodları, İslam’ın kalıcı bir şekilde Arap Yarımadası’na yayılmasında temel taşlar olmuştur.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in İslam’ı yayma politikaları, hem Mekke hem de Medine dönemlerinde farklılık gösteren, hikmetli ve etkili yöntemler bütünüdür.
Mekke Dönemi (610-622)
Bu dönemde İslam, henüz yeni doğmuş bir din olarak, güçlü bir muhalefetle karşı karşıyaydı. Müslümanlar, baskı, işkence ve hatta boykot gibi zorlu şartlar altında yaşıyorlardı. Peygamberimiz (sav), bu zorlu dönemde, tebliğ faaliyetlerinde şu metotlara başvurmuştur:
- Gizli Tebliğ: İslam’ın ilk yıllarında, Peygamberimiz (sav) yakın çevresini ve güvenilir insanları İslam’a davet etti. Bu, hem yeni Müslümanları korumak hem de İslam’ın temellerini sağlamlaştırmak içindi.
- Aile ve Yakın Çevre: Eşi Hz. Hatice, amcası oğlu Hz. Ali ve arkadaşı Hz. Ebu Bekir gibi yakın çevresi ilk Müslümanlar arasındaydı. Bu, İslam’ın yayılması için önemli bir destek sağladı.
- Kişisel Temas ve İkna: Peygamberimiz (sav), insanlarla birebir görüşerek, onlara İslam’ın güzelliklerini anlatır, sorularını cevaplar ve ikna etmeye çalışırdı. Onun üstün ahlakı, sabrı ve merhameti, birçok insanın İslam’a ısınmasına vesile oldu.
- Kureyş Liderlerine Davet: Peygamberimiz (sav), İslam’ı Kureyş liderlerine de açıkça tebliğ etti. Ancak bu, genellikle şiddetli bir muhalefetle karşılandı.
- Erdemli Davranışlar: Peygamberimiz (sav)’in ve ilk Müslümanların gösterdiği güzel ahlak, dürüstlük, adalet ve merhamet gibi erdemler, İslam’a olan ilgiyi artırdı.
- Sabır ve Direniş: Mekke dönemi, Müslümanlar için büyük bir imtihan dönemiydi. Peygamberimiz (sav), bu zorluklara rağmen sabırla direndi ve Müslümanları daima umutlu olmaya teşvik etti.
Sonuç: Mekke döneminde İslam, yavaş ama istikrarlı bir şekilde yayıldı. Müslümanların sayısı artsa da, baskılar da arttı. Bu dönem, Müslümanların imanlarını güçlendirdi ve İslam’ın yayılması için sağlam bir temel oluşturdu.
Özet: Peygamberimiz (sav)’in Mekke dönemindeki tebliğ metodu, zorlu şartlar altında, hikmetli, sabırlı ve kararlı bir şekilde İslam’ı yaymaya yönelikti. Onun üstün ahlakı, sabrı ve merhameti, İslam’ın kalplere ulaşmasında en etkili silahlarıydı. Bu dönemde Müslümanlar, büyük bir imtihanla karşı karşıya kaldılar, ancak imanları ve Peygamberlerine olan bağlılıkları sayesinde bu zorlukları aştılar.
Answer ( 1 )
Please briefly explain why you feel this answer should be reported.
Değerli kardeşimiz,
Resûl-i Ekrem Efendimizin Medine’ye hicretleriyle on üç senelik Mekke devri geride kalmış oluyordu. İslâm tebliğ tarihinde mühim bir yer işgal eden bu devreyi burada tekrar özetlemek, hususan Peygamber Efendimizin bu devredeki tebligatını bir kere daha nazara vermekte bir çok faydalar vardır.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Miladi 610 yılında Cenâb-ı Hak tarafından peygamber olarak vazifelendirildiği zaman, o günün Arap cemiyeti bütün dünya ile birlikte tarihinin en karanlık ve vahşetli devrini yaşıyordu. İçinde bulunduğu cemiyeti ve bütün insanlığı bu zulmet ve vahşetten kurtarma vazifesi ise Efendimizin omuzuna tevdi ediliyordu.
Onu peygamber olarak gönderen Cenâb-ı Hak, aynı zamanda İslâmı neşretme ve yaşayıp yaşatma vazifesinde nasıl hareket etmesi gerektiğini de bildiriyordu. Peygamber Efendimiz de bu emirlere göre hareket tarzını tayin ve tesbit ediyordu.
Hayata, her yönüyle yepyeni bir düzen ve şekil vermeye müteveccih bir tebligâtın pek kolay olmayacağı muhakkaktı. Hele o zamanın vahşi âdetlerine son derece mutaassıp ve inatçı Arap cemiyeti içinde, bu işin daha da güç olacağında şüphe yoktu.
İçinde yaşadığı cemiyetin hususiyetlerini, mizaç ve fikirlerini çok iyi bilen Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu sebeple peygamberlikle vazifelendirilir vazifelendirilmez, ortaya atılıp açıktan dâvete girişmedi. Peygamberliğini ve İslâm dinini açıktan ilân etmedi. Bunun yapılabilmesi için zamana ihtiyaç olduğu kadar, lehte de bazı şartların doğması gerekiyordu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz îmân ve İslâma dâvete ilk önce en yakınlarından başladı. İlk defa zevcesi Hz. Hatice-i Kübrâya anlattı. Hz. Hatice onun peygamberliğini tasdik ederek derhal Müslüman oldu. Daha sonra yine en yakını olan ve dört beş yaşlarından beri yanında ve terbiyesinde bulunan Hz. Ali’yi İslâma dâvet etti. O da İslâmla müşerref oldu.
Bundan sonra âilesi dışında en çok güvendiği Hz. Ebû Bekir geliyordu. Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla da birçok kimse İslâma girdi.
Gizli dâvet devresinde Peygamber Efendimiz bizzat son derece tedbirli ve ihtiyatlı davrandığı gibi, ilk Müslümanlara da aynı tedbir ve ihtiyatı göstermelerini ısrarla tavsiye ediyordu.
Efendimizin bu tavsiyesindeki hikmet ve sebebi, îmânından gelen coşkunlukla bir anda düşünemeyen Ebû Zerr, henüz zamanı değilken, Mescid-i Harama gidip açıktan açığa Müslümanlığını ilân ederken, müşriklerin öldürücü darbelerinden ancak Hz. Abbas’ın yardımıyla kurtulabilmişti.2
Hz. Resûlullah, tam üç sene böyle gizlice tebligâtına devam etti. Bu zaman zarfında İslâm safında yer alanların sayısı ancak otuz kadardı. Bu devre,
meâlindeki âyet-i kerimenin nazil olmasıyla sona erdi. Bundan sonra Efendimiz, emr-i İlâhi gereğince en yakın akrabalarını İslâm ve îmâna dâvet etmeye başladı. Önce, Abdülmuttaliboğullarını bir araya toplayıp onlara davasını anlattı.
Bundan sonra tebliğ dâiresini biraz daha genişletti ve ilk defa Safâ Tepesinden Mekkelilere seslendi. Onları Allah’ın birliğine îmâna ve peygamberliğini tasdike dâvet etti. Bu dâvete icabet edenler çıkmadığı gibi, üstelik Ebû Leheb işi daha da ileriye götürerek Efendimize hakarete yeltendi. Fakat Peygamber Efendimiz îmân ve İslâmı anlatmaktan, insanları Allah’ın birliğine îmâna ve risâletini tasdike, ara vermeden bütün gayretiyle devam etti.
Cenâb-ı Hak indirdiği âyet-i kerimelerle, İslâmı neşretme ve yaşayıp yaşatma vazifesinde Peygamberimiz (s.a.v.)in hareket tarzını da tesbit ediyordu.
Mekke’de nazil olan âyetlerin özellikle iki ana hedefi vardı:
1) Allah’ın varlık ve birliğine,
2) Ba’se, yâni öldükten sonra tekrar dirilmeye îmânı, akıl, kalb ve ruhlara nakşetmek.
Peygamber Efendimiz de mesâisini bu iki ana hedef üzerine teksif etmişti. İnsanları Allah’ın varlık ve birliğine îmâna dâvet ediyor, onlara öldükten sonra tekrar dirileceklerini ve kabirden sonra yeni bir hayatın başlayacağını haber veriyordu.
Bunlardan başka da Peygamberimiz (s.a.v.)’in karşı karşıya bulunduğu ve halletmesi gereken meseleler vardı. Fakat, en önemlisi bunlardı. Bunlar halledilmedikçe halkın zihninde, kalb ve ruhunda bu iki muâzzam mesele tesbit edilmedikçe diğer içtimâi meselelerin halli de mümkün değildi. Nitekim o, bilâhere bu meseleri teker teker halletmek yolunu tuttu ve bunda muvaffak da oldu.
Peygamberimiz (s.a.v.) herşeyden önce, Allah’tan aldığı emir gereği bütün enerjisini, cemiyetin noksan bulunan temel anlayışı te’sis etmeye, bütün insanlığı Allah’a îmâna ve ona mutlak itâate hasretti. Çünkü, şirk inancını kafalardan sökmedikçe hak ve hakikatı kalblere yerleştirmek mümkün değildi. Bu temelde bozukluk olunca hiç bir İslâm davası muvaffak olamazdı.
Bunun içindir ki, Hz. Resûl-i Ekrem, insanlığın en asil hissiyatına ve ahlâk duygusuna hitap ederek, bu kâinatın yegane Hâlık ve Mâlikinin Allah olduğunu telkin ile işe başladı. Onun iradesinden başka itaat edilecek, önünde baş eğilecek hiç bir kuvvet ve kudret bulunmadığını ortaya koydu. Bunu tebliğ ederken de dâvasından tâviz vererek hemen bir muhit hazırlamak veyahut hâkim bir kuvvete dayanmak gibi bir şeye lüzum hissetmedi. Doğrudan doğruya insanlığa “Tevhid” inancını sundu.
diye insanlığa hitap etti.
Resûl-i Ekrem Efendimizin bu dâveti haliyle cemiyete hâkim durumda bulunan kuvvetli, zengin ve nüfûzlu kimselerin işine gelmedi. Dünyanın zâhiren tatlı, fakat mânen zehirli bir bal hükmünde olan gayrimeşru lezzetlerinden vazgeçmek istemiyorlardı. Açıkçası, menfaatlarının devamını, eski yaşayışlarının idâmesinde görüyorlardı. Bu sebeple Peygamber Efendimize (a.s.m.) muhalefete başladılar.
Önceleri, Peygamber Efendimizi cemiyetten tecrid etmek, kendi başına bırakmak, anlattıklarını ciddiye almamak ve onunla istihza etmek yoluna gittiler. Ne var ki, onun telkin ettiği muazzam hakikatların etrafındaki mü’minler halkası günden güne genişliyordu. Bunu görünce telaşlandılar. Bu sefer taktik değiştirdiler. Aleyhte propagandaya başladılar. Türlü türlü iftirâ ve isnadlara kalkıştılar. Resûl-i Ekrem Efendimize “sâhir, kâhin, şâir” dediler. Fakat bunların hiç birisi tutmadı. Bu iftira ve isnadlarına rağmen hak ve hakikata inanmışların saflarının sıklaştığını gördüler.
Bu sefer açık ve tecavüzkâr hareketlere teşebbüs ettiler. Peygamber Efendimizle Müslümanları Kâbe’de namaz kılmaktan menediyorlar, üzerlerine mundar şeyler atıyor, namaz kılacakları, oturacakları yerlere ve gidip geldikleri yollara dikenler saçıyorlardı. Zâif, fakir ve kimsesiz Müslümanları zulüm, işkence altında inletiyorlardı. Bazıları bu işkenceler altında can vererek yüce şehâdet mertebesine ulaşıyordu.
Bu duruma tahammül etmek oldukça zordu. Üstelik Müslümanlar sayıca az, kuvvetçe zayıf bulunuyorlardı. Bu sebeple yapılan eziyet ve hakaretlere karşı koyma durumuna da giremiyorlardı. Böyle bir durum, yok olmalarını netice verebilirdi.
Bütün bu zorluklara ve her türlü aleyhteki şartlara rağmen Hz. Resûlullah, durmadan dinlenmeden İslâm dinini tebliğ ediyordu. Sâir Müslümanlar gibi o da müşriklerin eziyet, işkence ve hakaretlerine maruz kalıyordu. Fakat buna rağmen Allah’tan aldığı emir gereği sabrediyor ve dâvasını tebliğden asla vazgeçmiyordu.
Cenâb-ı Hak, işkence, eziyet ve hakaretlerin her türlüsüne maruz kalan Müslümanlara, gönderdiği âyet-i kerimelerle devamlı sabrı tavsiye ediyordu.
Bir başka âyet-i kerimede Efendimize şöyle hitap ediliyordu:7
Bütün bu emirler gereği Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Mekke devrinde kendisine yapılan haksız muâmelelere aynıyla cevap vermediği, mukabele-i bilmisilde bulunmadığı gibi, mü’minlere de uğradıkları eziyetlerden dolayı fevri hareket etmemelerini ve herhangi bir maddi mukabeleye girişmemelerini emir ve tavsiye ediyordu. Bunun en açık bir misali Yâsir âilesine yaptığı tavsiyedir.
Yine bir gün uğradığı eziyet ve işkencelerden âdetâ bunalan Habbab bin Eret (r.a.) kendisine şikâyette bulunduğunda Peygamber Efendimiz şu cevabı vermişti:
Yine İkinci Akabe Bîatı sırasında Medineli Müslümanlardan biri, “Yâ Resûlallah! İstersen, yarın sabah kılıcımızı sıyırır Mina’da bulunan halkın üzerine yürürüz.” dediği zaman Peygamber Efendimiz, “Hayır. Bize henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı.” cevabını vermişti.
Görülüyor ki, Peygamber Efendimiz ve Müslümanların Mekke devrinde en büyük silahları her şeye rağmen “sabır”dı.
Nitekim bu sabrın müsbet neticeleri kısa zamanda görüldü. İşkenceye uğrayan Müslümanlar lehinde müsbet bir hava uyandı. Bu havanın tesiriyle, Müslümanlar safında yer alanlar bile oldu. Hz. Hamza, böyle bir durum sonunda İslâmla şereflenmişti.
Hz. Hamza, birgün Ebû Cehil ve birkaç müşrikin Peygamberimiz (s.a.v.)’e hakaret ettiğini duymuştu. Son derece hiddete gelmiş ve doğruca Kâbe’nin yanında bir topluluk içinde oturan Ebû Cehil’in yanına vararak yayını kaldırıp şiddede başına çalmış, başını yarmış ve “Sen misin ona sövüp sayan? İşte ben de onun dinindeyim. Onun söylediklerini söylüyorum. Kendine güveniyorsan, ona yaptıklarını bana da yap göreyim.” demişti. Sonra Peygamberimiz (s.a.v.)’in yanına varmış ve Müslüman olmuştu.8
Müşrikler bir ara Müslümanlar üzerindeki baskı ve işkencelerini öylesine arttırdılar ki, Peygamber Efendimiz Mekke’nin münasip bir yerinde ibadetlerini rahatça yapabilecek ve İslâmiyeti serbestçe yayabilecek bir yer bulmak zorunda kaldı. Bunun için Erkam bin Ebi’l-Erkâm’ın evini merkez yaparak hizmetine burada devam etti. Burada birçok kimse Müslüman oldu.
Peygamber Efendimizin her şeye rağmen dâvasını anlatmaktan vazgeçmediğini gören müşrik ileri gelenleri, bu sefer amcası Ebû Tâlib vasıtasıyla işi halletme yoluna gitmek istediler. Ona başvurarak, “Yâ Ebâ Tâlib! Kardeşinin oğlunu ya bu dâvasından vazgeçir; bizim ilâhlarımızı kötülemesin. Ya da onunla aramızdan çekil.” dediler.
Ebû Tâlib durumu anlatınca Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ona şu cevabı verdi:
Müşrikler artık Resûl-i Kibriyâ Efendimizi tehditlerle, baskı ve zorla dâvasından vazgeçiremeyeceklerini kesinlikle anlamışlardı. Yine taktik değiştirdiler. Efendimize mal, mülk, servet, makam ve reislik teklif ettiler. Fakat Resûlullahın bunların hiç birine iltifat etmediğini ve aynı hızla İslâmiyeti anlatmaya devam ettiğini gördüler.
Resûl-i Ekrem ve Müslümanların, başından beri müşriklerin eziyet, hakaret, işkence ve suikastlarına sabır ile mukabele ettiklerini belirtmiştik. Ne var ki, sabrın da bir hududu vardı. Müslümanlara revâ görülen eziyet ve işkenceler de artık sabır hududunu aşma raddesine gelmişti. Bu sebeple Resûl-i Ekrem Efendimiz, Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye buyurdu:
Bunun üzerine dinlerini yaşamak ve neşredebilmek gayesiyle Müslümanlar iki kafile halinde Habeşistan’a hicret ettiler.
Her zaman olduğu gibi, bu safhada da Peygamber Efendimiz, kemiyetten ziyade keyfiyete, tabiri câizse vasıflı ve nüfuzlu kimseler kazanmaya daha çok ehemmiyet veriyordu:
duâları bunun açık bir misalidir.
İçinde bulundukları cemiyetin ileri gelenlerinden olan Ömer bin Hattab da, Ebû Cehil de İslâmiyetin en şiddetli düşmanı, Peygamber Efendimizin en ateşli muarızı idiler. Bu ikisinden birinin Müslüman olması demek, İslâm dâvası önündeki engellerin büyük ölçüde ortadan kalkması demekti.
Nitekim, bu duâdan kısa zaman sonra Hz. Ömer Müslümanlar safında yer alınca, İslâmiyetin ilân ve kuvvet bulmasına vesile oldu. Müşrikler, Müslümanlar üzerindeki baskı ve işkencelerini bir derece gevşetme mecburiyetinde kaldılar. Müslümanlar da artık, kenarda köşede saklanmaya, ibadetlerini korku içinde gizli gizli yapmaya lüzum hissetmemeye başladılar.
Aradan bir müddet geçtikten sonra Efendimizi himayesinde bulunduran amcası Ebû Tâlib’in vefatını müşrikler fırsat bildiler. Tecâvüzlerini kat kat arttırdılar. Hz. Resûlullahın durumu aleyhinde artan bu gayretler neticesinde son derece müşkil bir hâl almıştı. Evinden nadiren çıkar olmuştu. Bu vaziyet karşısında dini neşretmek için Mekke’den daha emin bir yer temin etmek maksadıyla Taif’e gitti. Ne var ki, buradaki bütün temaslarına rağmen istediği zemini bulamadı. Dâvetine icabet etmeyen Tâifliler üstelik onu taşladılar, kan revan içinde bıraktılar. Buna rağmen âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz onlara bedduâ etmedi ve “Rabbimden istediğim, müşriklerin sulbünden bu dine hizmet edecek kimseler halketmesidir.” diye niyazda bulundu.
Peygamber Efendimizin Mekke’de, İslâmın ilk senelerinde göze çarpan mühim diğer hareketi, her yıl hac mevsiminde Mekke’ye gelen kabileler ile gizlice görüşerek, onlara Kur’an okuması ve İslâm dininin esaslarını telkin etmesi idi. Kabileler arasında dolaşması esnasında da Kureyşli müşrikler yine peşini bırakmayarak, türlü türlü iftira ve isnadlarla halkı onu dinlemekten vazgeçirmeye çalışıyorlardı.
Fakat, onların bütün bu gayretleri boşa çıktı. Resûlullahın gönüllerin fethi ile büyüyen dâvası gittikçe yayılıp Mekke’nin dışına taştı ve Medine ufuklarında parlamaya başladı. Hicret ile de Müslümanlar için yep yeni bir devir başlamış oldu.
Dipnotlar:
1. Tabakât, 4/214-219; Müslim, 7/156
2. Tabakât, 4/219
3. Şuâra Suresi, 214
4. Rum Sûresi, 60
5. Meâric Sûresi, 5
6. Sîre, 1/342
7. Buharî, 2/321
8. Sîre, 1/311-312; Tabakât, 3/9-12
9. Sîre, 2/244-245; Ravdü’l-Ünf, 1/170-171
10. Sîre, 1/344; Taberî, 2/222.