Paylaş
Hz. Muhammed(sav)’in Yönetim şekli
BildirQuestion
Please briefly explain why you feel this question should be reported.
Peygamber Efendimiz (sav)’in Yönetim şekli
1.1. Hz. Muhammed’in Yönetimi
İslam bilginlerinin ittifak ettiği gibi Hz. Muhammed’in(sav) idare şekli adalet, ahlâk, istişare, biat ve ehliyet esaslarına dayanmıştır. Bu esaslar aynı zamanda Kur’an’ın her Müslüman’a emrettiği esaslardır. Hz. Muhammed İslam’ın esaslarını vahiy yoluyla aktarmış, İslam’ın getirdiği bütün ahlaki prensipleri en mükemmel şekilde yaşamış ve onları insanlara en güzel şekilde öğreten bir lider olmuştur(Havva, 1997, s. 163). Hz. Muhammed, ilk İslam devletini de bu esaslara uygun şekilde kurmuş ve yönetmiştir. Medine’de kurulan İslam devleti, ensar, muhacir, diğer Medine sakinlerinin ve Medine’ye sonradan gelen tüm vatandaşların hukuk karşısında eşit oldukları, fikir ve inanç özgürlükleri üzerine kurulmuş bir devlettir. Gelişen İslam dini ve devleti kimsenin ailesine, aşiretine, kabilesine, maddi durumuna, geldiği yere ve doğduğu yurda bakmaksızın bütün insanları muhatap almış ve eşit muamele göstermiştir. Bu sebeple İslam tarihi sahnesinde yer alan diğer bütün devletlerin aksine ilk İslam devleti kendini bir zümreye, gruba hapsetmemiş ve belli bir cemaat ya da grubun devleti olmamıştır(Halil, 2011, s. 49). Bu bağlamda Hz. Muhammed’in kurduğu İslam devletinin din temelli diğer tüm devletlerden farklı temel iki prensibi bulunmaktadır. Birincisi, tebaasını inanç konusunda zorlamamak ve onların özgürlüklerini garanti altına almaktır. İkincisi ise devlet ve yurt kavramlarını ‘siyasi temelli’ değil ‘insan temelli’ tanımlamasıdır. Medine’de kurulan İslam devleti soyut meselelerle değil bizzat insanların fiili durumlarını ilgilendiren pratik çözümler üretmiş ve insanların tercih ve isteklerine son derece önem vermiştir. Kur’an ve sünnetin yanı sıra insan merkezli çözüm üretme çabası, kurulan bu devletin en temel özelliklerinden biri olmuştur(Halil, 2011, s. 50-51).
1.2. Hz. Muhammed’in İktidar Modeli
İnsanlık tarihi boyunca siyasi gücü eline geçiren birçok yönetici, çıkarları ve hevesleri uğruna iktidarını kötüye kullanmış ve birçok insanın ölmesine sebep olmuştur. Hz. Muhammed maddi[1] iktidarının yanı sıra manevi[2] iktidarı bulunmasına rağmen gücünü asla kötüye kullanmamış, bu gücün getirdiği sorumluluğun farkında olarak hareket etmiştir. Peygamberlik kimliğinin yanı sıra yöneticilik kimliğinden dolayı elde ettiği iktidarı titizlik içerisinde, kimseye büyüklenmeden ve alçakgönüllülükle kullanmıştır. Hz. Muhammed etrafında ki insanlara ‘Ben ne bir kralım, ne de bir zorbayım; bilakis Kureyş’ten kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum’ diyerek bu gerçeği her zaman etrafındaki insanlara hatırlatarak erdemini ortaya koymuştur(Sarıçam, 2017, s. 321). Adiy b. Hâtim’in söyledikleri de Hz. Muhammed’in sahip olduğu tevazuyu onaylar. Adiy b. Hâtim bir heyetle birlikte Medine’ye gelerek hem Hz. Muhammed’in hem de İslam’ın durumunu görmek ister. Hz. Muhammed’in yanına geldikleri vakit onun yanında akrabalarından bir kadın ve çocukların bulunduğunu görür. Bizans ve İran krallarının durumundan da haberdar olan Adiy b. Hâtim, Hz. Muhammed’in bu durumunu görünce O’nun diğer krallara benzemediğini anlar. Hz. Muhammed, Adiy b. Hâtim’i evine götürürken yolda bir kadın Hz. Muhammed’i durdurur. Kadın ona uzun süre sorunlarını anlatır. Hz. Muhammed onun sözünü kesmeden uzun şekilde dinler. Daha sonra yollarına devam ederler ve Hz. Muhammed’in evine girerler. Hz. Muhammed evde bulunan minderi Adiy b. Hâtim’e uzatarak kendisi mindersiz şekilde yere oturur. Bu olayın üzerine Adiy b. Hâtim ‘Vallahi bu bir kral değildir.’ diyerek onun tanıdığı tüm krallardan farklı bir yönetici olduğunu kabul ederek Müslüman olur(Sarıçam, 2017, s. 322).
1.3. Hz. Muhammed’in Yönetim Esasları
Hz. Muhammed’in kurduğu İslam devletinde herkesin yönetime azami düzeyde katılmasına önem verilmiştir. Herkesin fikrini sunabileceği ve ‘ortak aklın’ dikkate alındığı bir yönetim süreci yaşanmıştır. Karar alma süreci, yani yürütme organı Hz. Muhammed’in liderliğinde yürütülse dahi, Hz. Muhammed herkesin fikirsel anlamda katılımına son derece önem vermiş ve bu hususta titizlik içerisinde hareket etmiştir. Hz. Muhammed’in istişareye verdiği önemle ilgili şu örnekleri verebiliriz: Müslümanlar ile Kureyşliler arasında yaşanan Bedir Savaşı’nda Müslümanlar, Kureyşlilerden önce savaşın yapılacağı yere gelip ordugâh kurmuşlardır. Müslümanlar arasında bulunan Hubâb b. Munzir Hz. Muhammed’in yanına gelerek ‘Ya Resulullah: Burası sana Allah’ın konaklamanı emrettiği, ileri gitmeniz veya geri çekilmemiz caiz olmayan bir yer midir? Yoksa şahsi bir düşünce, savaş ve hile için tedbir olarak düşünülmüş bir yer midir?’ diye sormuştur. Bunun üzerine Hz. Muhammed ordugâhı buraya kurmanın kendi fikri olduğunu söylemiştir. Hz. Muhammed’den aldığı cevabın üzerine Hubâb: ‘Ya Resulullah! Burası karargâh kurmak için uygun bir mekân değildir. Sen ordugâhı buradan kaldır. Kureyş’in geleceği yerin yanındaki su kuyularının yanına gidip oraya karargâh kuralım, orada hem Kureyş’in suya ulaşmasını engeller hem de kendi su ihtiyacımızı karşılarız demiştir. Hz. Muhammed onun önerisinin isabetli olduğunu kabul ederek tavsiyelerine uymuştur(Sarıçam, 2017, s. 354-355, Sad, 2015b, s. 11). Yine bu savaş sırasında Hz. Muhammed, savaş taktikleri konusunda Sa’d b. Ubâde veya Sa’d b. Mu’âz ile istişare etmiştir. Onlar Hz. Muhammed’e nereye gidersen git biz senin arkandan geleceğiz ve sana tâbiyiz demişlerdir(Sad, 2015b, s. 22). Yine bu savaşın sonunda elde edilen esirlere ne yapılacağı konusunda ashabına danışan Hz. Muhammed, Hz. Ebubekir’in önerisini dinleyerek esirleri fidye karşılığında serbest bırakmıştır(Y. Ünal, 2012, s. 182). Hz. Muhammed, Uhud Savaşı’nın öncesinde de savaş taktikleri konusunda ashabı ile istişare etmiştir. Hz. Muhammed Medine’nin içinde savaşmayı istemiş, ashabı ise Medine dışına çıkılarak savaşmayı istemişlerdir. Hz. Muhammed onların görüşüne uyarak Medine dışında savaşmayı kabul etmiştir(Sad, 2015b, s. 36-37). Yaşanan bu olaylar göstermektedir ki Hz. Muhammed İslam devletini yönetirken herkesin aklındaki fikri belirtmesi için özgür bir ortam oluşturmuş ve istişareye son derece önem vermiştir. Kendi vereceği kararlar kimse tarafından sorgulanamaz olmasına rağmen Hz. Muhammed, her zaman başkalarının fikirlerine değer vermiş ve istişare sonucu oluşan ortak akıl doğrultusunda karar almıştır.
1.3.1. Adalet’in Önemi
Hz. Muhammed’in yönetim ilkelerinden bir diğeri ise adalettir. Tarih boyunca bütün toplumlar sevgi, aidiyet, birlikte yaşama arzusu, geleceği birlikte inşa etme isteği ve buna benzer amaçlar üzerinde birleşmiştir. Fakat bu toplumların ayakta durmasının yegâne sebebi bu arzular değil adaletin tesis edilmiş olmasıdır. Adalet hem toplumların huzur içinde yaşamasına hem de iktidarlarına saygı duymalarına vesile olmuştur. Adaletli bir devlet ve yönetici, toplumun her kesimine eşit şekilde davranmalı ve hiçbir ayrım yapmadan adaleti eşit şekilde dağıtmalıdır. Adalet, insanlık tarihi boyunca önemini koruduğu gibi İslamiyet’in de üzerinde çokça durduğu kavramlardan birisidir. Hz. Muhammed Peygamberliğinden önce de sonra da herkes tarafından adaletine güvenilen bir insan olmuştur. Güven ve adalet söz konusu olduğu zaman ‘Kâbe Hakemliği’ Hz. Muhammed’in en ünlü görevlerinden birisidir. Onun kişilik özelliklerinden biri olan adaletli olma durumu, Kâbe Hakemliği ile birlikte tüm Mekkeliler tarafından kabul görmüştür ve onun kararı sorgulanmadan kabul edilmiştir. İslamiyet’ten sonra Hz. Muhammed’e olan bu güven daha çok artmıştır. Hz. Muhammed kurduğu İslam devletiyle tüm Müslümanlara ve hatta düşmanlarına adaletle hükmetmiştir. Bu bilgiler ışığında Hz. Muhammed’in yönetim anlayışını özetlersek şu sonuca varırız: Hz. Muhammed Kur’an ve tevhid inancına dayanan, itikâdî ve ahlakî esasları ön planda tutan dini bir yönetim tarzı ile hükmetmiştir. Bu yönetim tarzı Arap Yarımadası’nda daha önce bulunan hiçbir yönetim tarzına benzememiş, ırkçılık asabiyeti yerine ümmet anlayışıyla hareket edilmiş ve başka din ve topluluk mensuplarıyla birlikte yaşama çabası içinde olunmuştur. Bu sebeplerden dolayı da çok kısa süre içerisinde pek çok Arap kabilesi Hz. Muhammed’in otoritesini kabullenmiştir(Geçit, 2016, s 34.).
Hz. Muhammed’in otoritesinin tüm Arap Yarımadası’na yayılmasından korkan Kureyşliler ise Müslüman toplumu üzerinde siyasi, ekonomik ve toplumsal baskı oluşturmaya çabalamışlardır. Bu baskılardan dolayı Hz. Muhammed birçok gazve[3] emri vermek zorunda kalmıştır. Hz. Muhammed’in bizzat katıldığı ve komutan olarak bulunduğu gazve sayısı 27’dir. Gönderdiği seriyye[4] sayısı ise 47’dir. Kendisinin bizzat fiili olarak katılarak savaştığı gazve sayısı ise 9’dur[5](Sad, 2015b, s.1). Hz. Muhammed’in yöneticiliği ve Medine Antlaşmasının toplumsal etkisi, İslam tarihi açısından oldukça önemli iki olgudur. Hz. Muhammed’in peygamberlik otoritesi ve daha sonrasında kurduğu devlet ile ön plana çıkan siyasi otoritesi, Müslümanların yaptığı gazveler ve seriyyeler sonucunda sağlanmıştı.
1.1. Medine Sözleşmesi Neden Yapılmıştır?
Hz. Muhammed, Hicret ederek Medine’ye geldiği sırada Medine’de idari bir yapı bulunmuyordu. Medine’de Benî Kurayza, Benî Nadîr ve Benî Kaynuka gibi Yahudi kabileleriyle Evs ve Hazrec gibi Arap kabileleri birlikte yaşıyorlardı. Medine’de Müslümanlar, Yahudiler, putperestler ve çok az sayıda Hristiyan bulunuyordu. Medine şehrinde siyasi güç Arap Müslümanların elinde olsa bile Yahudilerin mali yapısı ve nüfusları azımsanmayacak boyuttaydı(Sarıçam 2017 s. 168). Ayrıca Medine’deki diğer sorun müşrik Araplardı. Hz. Muhammed başlarda Yahudileri veya müşrik Arapları Medine dışına çıkarmak ve onlara husumet beslemek gibi bir yol haritası belirlemedi, aksine onlarla bir arada yaşamanın yollarını aradı. İslam dünyası açısından en önemli belgelerden birisi olan Medine Sözleşmesi de bu amaç doğrultusunda oluşturuldu. Hicret, Medine’de yaşayan bütün kabileler uzlaşma esasına dayalı, toplumsal huzur ve barışın tesis edildiği, bir arada yaşama kültürünü savunan ‘yazılı anayasa’ hazırlama gerekliliğini ortaya çıkardı(Geçit, 2016, s. 34). Yapılan bu sözleşme bazı[1] düşünürlere göre İslam devletinin kuruluşunun maddi dayanağı olarak kabul edilirken bazı[2] düşünürler ise bu anlaşmanın hakkını vermekle birlikte, anlaşmanın sadece İslam’ın amaçlarının yerine getirilmesi için atılan adımlardan biri olarak görür. Hangi görüşü kabul edersek edelim Medine Antlaşması hem Medine halkı için hem de İslam’ın siyasi tarihi için dönüm noktası mahiyetindedir. Medine Sözleşmesi, sözleşmeye katılan tarafların etnik ve dini farklılıkları göz önüne alındığı zaman din ve vicdan hürriyeti hususunda son derece önemli siyasi ve hukuki bir belge olma özelliğine sahiptir. Sözleşmeyle birlikte Yahudilerin can ve mal güvenliklerinin yanı sıra dinlerini yaşama hürriyetleri de garanti altına alınmıştır(Apaydın ve Diğerleri, 2014, s.269). Bu antlaşma Müslümanların ilk anayasası olarak kabul edilmiştir(Sarıçam, 2017, s. 169, Apaydın ve Diğerleri, 2014, s.270). Ayrıca bu antlaşma ileride imparatorluk haline gelecek İslam devleti için model anayasa özelliği göstermiştir(Rosenthal, 2009, s.25).
1.2. Medine Antlaşması’nın Maddeleri
Medine Antlaşması tüm maddeleriyle birlikte günümüze kadar ulaşmıştır. Anlaşmanın Medine halkı ve Yahudiler için dikkat çeken maddeleri ise şu şekildedir:
- Bu dine inananlar ve onlara bağlı olanlar tek bir topluluk(ümmet) olacaklardır.
- Her kabile ve bu kabilelerin alt aileleri, üyelerinin kan-parası(diyet) ve fidyelerini ödeme konusunda sorumluluk alma zorunluluğunda olacaktır(2-11 maddeler ).
- Topluluğun üyeleri suça karşı tam bir dayanışma gösterecek ve suçlular kendi ailelerinden olsa dahi ümmetten başka bir aileye karşı işlenen bir suç olduğu zaman suçlunun yanında olmayacaklardır(13 ve 21. Maddeler).
- Ümmetin üyeleri inanmayan münafıklara karşı savaş ve barış dönemlerinde tam bir dayanışma içerisinde bulunacaklar[3](14, 17, 19, 44. Maddeler), ayrıca ‘komşuluk hakkı’ konusunda da tüm üyeler mutlak şekilde dayanışma göstereceklerdir(15. Madde).
- Yahudiler ya da topluluğun diğer üyeleri ve Müslümanlar, söz konusu kendi dinlerini korumak(birlikte savaşmakta dâhil)[4] olsa da birbirilerine yardım edeceklerdir(24-35, 37, 38, 46. Maddeler)(Watt, 1968, s. 5).
1.3. Medine Sözleşmesinin Önemi
Medine Sözleşmesi, Yahudilere tanıdığı hakların yanı sıra Medinelilerin birbirileriyle ve başka topluluklarla olan ilişkilerini de düzenlemiş, temel hak ve ödevlerin sınırlarını belirlemiş ve insanların bir arada yaşayabilmelerine imkân tanımıştır. Antlaşmanın en önemli etkilerinden birisi ise Hz. Muhammed’in siyasi otoritesinin Medine halkı tarafından kabul edilmesidir. Bu sözleşmeyle birlikte tüm Medine halkı Hz. Muhammed’in önderliğinde, ortak paydalarda birleşerek konfederasyon niteliğinde bir yapıya kavuşmuştur. Bu sayede kendilerine düşmanlık yapan Mekkelilere karşı tek vücut olarak hareket edebilme kabiliyetine erişmişlerdir. Bu gelişmelerle birlikte Medine halkı, siyasi ve ekonomik açıdan hızlı bir kurumsallaşma süreci yaşamıştır.
Medine Antlaşması’yla kurulan barış ortamı, başta Kureyş olmak üzere bazı Yahudi ailelerin de dikkatini çekmiştir. Medine’de yaşayan bazı Yahudi kökenli aileler, Hicretten önce Hz. Muhammed ile Kureyş arasında yaşanan çekişmeleri bildikleri için Kureyş’i tahrik etmiş, onlara savaş konusunda yardım sözü vermiştir. Böylece hem Müslüman otoriteyi zayıflatmayı hem de Medine Antlaşması’nı rafa kaldırmayı hedeflemişlerdir. Bazı Yahudi aileleri Hz. Muhammed’in bütün uyarılarına rağmen barış ortamını kabullenememiş, Evs ve Hazrec kabileleri arasına nifak sokmaya çalışmış hatta Hz. Muhammed’e suikast yapmayı dahi planlamışlardır. Tüm bunların sonucunda Medine Antlaşması’nı ihlal eden Kaynuka daha sonra ise Nadir Yahudileri Medine’den uzaklaştırılmışlardır. Geriye kalan tek Yahudi kabilesi olan Kurayzalılar ise Hendek Savaşı sırasında Medineli Müslümanların yanında yer almayarak Medine Antlaşmasını ihlal etmiştir. Müslümanlara yardımcı olmadıkları gibi Kureyşlilere içeriden destek olmuşlardır. Böylece Hem Medine Anlaşması’nı ihlal etmişler hem de Medine halkına ihanet etmişlerdir. Savaşın sonunda Kurayza Kalesi kuşatılmış ve Kurayza Yahudileri İslam’a davet edilmiştir. Kurayza Yahudileri İslam’ı kabul etmedikleri gibi Hz. Muhammed ve hanımlarına küfür etmeye başlamışlar ve Müslümanları taşlayarak savaşmayı tercih etmişlerdir. Kurayzalılar bir süre savaştıktan sonra teslim olmuşlardır. Savaş sonunda hakem olarak Sa’d b. Muaz seçilmiştir. ‘‘Sad buluğ çağına girmiş erkeklerin öldürülmesine, kadınların ve çocukların esir alınmasına, malların ise ganimet statüsüne tabi tutulmasına karar vermiştir’’(Sarıçam, 2017, s. 272). Böylece Medine’de bulunan son Yahudi kabilesi yenilmiş ve Medine’den uzaklaştırılmıştır. Bu olaydan sonra Medine Antlaşması’nın Yahudilerle ilgili olan maddelerinin uygulanması son bulmuştur.[5]
Mustafa Öden
[1] Buna örnek olarak: Rosenthal, Sarıçam, Muhammed Hamidullah ve Mehmet Salih Geçit
[2] Bu düşünürlerden birisi İmamüddin Halil’dir
[3] Sonraki dönemlerde çıkan Müslüman-Yahudi savaşlarında Müslümanlar tarafından öne sürülen ‘Yahudiler Medine Antlaşmasını ihlal etti’ tezinde 4 ve 5 numaralı başlıkta bulunan maddelere atıf yapılır.
[4] Müslümanlar Yahudilerle savaşsa dahi Medineli Yahudiler Medine halkının yani Medine Müslümanlarının yanında yer alacaklardır.
[5] Sarıçam bu savaşla birlikte Medine anlaşmasının sona erdiği iddiasındadır(Sarıçam, 2017, s. 171). Fakat bu sözleşmenin bir tarafı Yahudiler bir tarafı ise Müslümanlar olduğu iddiası kesin delillere sahip değildir. Apaydın bu anlaşmanın öncelikle Evs ve Hazrec tarafları arasında imzalandığını Yahudilerin ise din ve mal hürriyetlerini güvence altına almak için bu anlaşmaya sonradan katıldığı belirtmektedir(Apaydın, 2002, s. 268).
Answer ( 1 )
Please briefly explain why you feel this answer should be reported.
Hz. Muhammed (sav)’in yönetim şekli hepimizin bildiği gibi; adalet, ahlâk, istişare, biat ve ehliyet esaslarına dayanmıştır. Bu esaslar aynı zamanda Kur’an’ın her Müslüman’a emrettiği esaslardır. Hz. Muhammed İslam’ın esaslarını vahiy yoluyla aktarmış, İslam’ın getirdiği bütün ahlaki prensipleri en mükemmel şekilde yaşamış ve onları insanlara en güzel şekilde öğreten bir lider olmuştur.