İslam inanç (İman) esasları nelerdir? maddeler halinde

Bildir
Question

Please briefly explain why you feel this question should be reported.

Bildir
İptal

İslam’ın inanç (İman) esasları nelerdir ve temel özellikleri nedir?

Islam inanc Iman esaslari nelerdir maddeler halinde

islam’ın inanç (İman) esasları ve özellikleri delilleriyle madde madde

Kur’ân-ı Kerim ve hadislerde zikredilen iman esaslarını açıklama dan önce imanın sözlük ve ıstılahtaki anlamı üzerinde kısaca dur makta yarar vardır. Kelamcılar ve hadisçiler iman konusunda çeşitli tanımlar yapmışlardır. Biz de konunun bu bölümünde, bunu, bazı örnekler de vermek suretiyle açıklamaya çalışacağız.

a- Sözlük Anlamı: İman, (e.m.n.) kökünden olup if’âl vezninde bir mastardır. Birini, söylediği sözde tasdik etmek, söylediğini kabul etmek, gönül huzuru ile benimsemek, karşısındakine güven vermek, şüpheye yer vermeden kalpten tasdik etmek anlamına gelir. Ayni fiil geçişli olarak kullanıldığı zaman “eman vermek, emin kılmak” an lamına gelir. Nitekim Allah’ın isimlerinden biri de “El-mü’min”dir ki, eman veren, emin kılan manasına gelmektedir.

b- Terim Anlamı: Istilahta ise ehl-i sünnet kelamcılarına göre iman, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Allah’tan getirdiği ve “Zarurat-ı Di niyye” olarak bilinen hükümleri, kesin olarak kalp ile tasdik, onun haber verdiği şeyleri tereddütsüz kabul ile, bunların gerçek ve doğru olduğuna inanmak demektir.  Sünni kelamcılar ile diğer itikadi mezhepler arasında da farklı tanımlar yapılmıştır.

Bunlardan birkaç örnek vermenin yararlı olacağı kanaatindeyim:

1-İman Kalp ile Tasdiktir:

İman; kalbin, inanması gereken hususları tasdik etmesidir. İtikadi yönden Eş’arî ve Maturidi mezhebini benimseyen kelamcılar bu görüşü kabul etmişlerdir. Delil olarak şu ayetler gösteriliyor: “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü (kalbini) islâm’a açar. ” “Sen bize inanıcı değilsin.” Bu ayette Hz. Yusuf’un kardeşlerinin, babalarına hitap ederek “sen, bizi tasdik edici değilsin.” anlamında kullanıldığı anlaşılmaktadır.

Bir hadiste de Peygamberimiz (s.a.s.) imanın kalp ile tasdik olduğuna şöyle işaret etmektedir: Usame bin Zeyd (ö:54/674) bir savaş esnasında karşılaştığı bir kimseyi “Kelime-i Tevhidi” getirdikten sonra öldürdüğünü açıklayınca Resulullah bu durumdan hoşlanma yarak; O. “La ilahe illallah” dedikten sonra yine mi öldürdün? diyerek ikazda bulunmuştu. Üsame, Ya Resulallah, o korkusundan böyle dedi, deyince şu cevap ile karşılaşmıştı. “Sen onun kalbini baktın mı?” diyerek cevap vermişti. Böylece Hz. Peygamber (s.a.s.) yarıp da bu açıklamasıyla imanın kalp ile tasdik olduğunu bildirmişlerdir.

2- İman Kalbin Marifetidir:

Cehmiyye Mezhebi’nin kurucusu Cehm bin Safvan (ö:128/745) ve taraftarlarına göre iman, kalbin marifetinden ibarettir. Allah’ı ve Hz. Peygamber’in haber verdiği şeyleri, kalben bilmektir. İmam-1 Maturidi ise imanın kalpte sadece mücerret bir bilgi olmadığını söylemiştir. Ona göre “Marifet; cehaletin zıddıdır. Eğer iman marifet olsaydı bilgisizliğin de küfür olması gere kirdi ki, bu mümkün değildir ”

3- İman Dil ile İkrardır:

Mürci’e ve Kerramiyye mezhepleri ise imanı; sadece dil ile ikrar etmekten ibaret olduğunu ileri sürmüşler dir. Bu iki mezhebe göre de imanın kalp ile tasdik edilmesi şart değil dir. Delil olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)’in şu hadisini göstermektedirler: “İnsanlar, Allah’tan başka ilâh yoktur; Hz. Muhammed (s.a.s.) de O’nun kulu ve elçisidir deyinceye kadar kendileriyle savaşmakla emrolundum. Her kim Kelime-i Tevhid’i söylerse, Müslümanlık hakkının gereği (olan hadler) müstes na canını ve malını elimden kurtarmıştır. (İçlerindekilerden dolayı olan) hesabi ise Allah’a aittir. ” Ehl-i sünnet kelamcılarına göre bu hadis dünyada iken Kelime-i tevhidi söyleyenlerin öldürülemeyeceğine işaret etmektedir. Yoksa imanın mücerret dil ile ikrar olduğuna bir delil değildir. Şayet iman yalnız dil ile ikrar olsaydı münafıkların da mü’min olmasi gerekirdi. Oysaki Kur’ân-ı Kerim bunların mü’min olmadıklarını haber vermektedir: “İnsanlardan birtakımları vardır ki, inanmadıkları halde “Allah’a ve ahiret gününe inandık” derler ”

4- İman Kalp ile Tasdik Dil ile ikrardır:

İmam-ı Ebû Hanife (öl:150/767), Pezdevi (öl:482/089), Serahsî (öl:490/097) gibi Hane fi mezhebinin fıkıhçılarına göre iman, inanılması gereken hususları kalbin tasdik etmesi ve dilin bunları ikrar etmesidir. Zira bir insana mü’min muamelesi yapılabilmesi için kalpteki inancını dil ile ikrar ederek dışa vurması gerekir. Yoksa kalpte olanı herkes bilemez. Hanefilerin “Kavli Meşhur”u olarak bilinen bu görüşe göre, imanın, tasdik ve ikrar olmak üzere iki temel şartı vardır. Bunlardan birinin eksik olması halinde imanın şartlarından biri ortadan kalkmış sayılacağından iman tam olarak gerçekleşemez. Bu durumda bir kişinin iman ettiği ya diliyle söylemesi ya da cemaatle namaz kılmak gibi mü’min olduğunu gösteren davranışları açıktan yapması suretiyle anlaşılır. İslâm toplumunda bu fiili davranış içinde olan herkese mü’min muamelesi yapılır. Müslümanların yararlandıkları diğer haklardan da yararlanırlar.

5- İman Kalp ile Tasdik, Dil ile İkrar ve Organlarla İşlemektir:

Selef uleması, hadisçiler, İmam-ı Şafii (öl:241/855) Hariciyye, Mu’tezile Zeydiyye gibi mezheplerle ibn Teymiyye’ye göre iman, kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve İslâm’ın temeli olan rükünleri işlemektir. Bu durumda imanın tasdik, ikrar ve amel olmak üzere üç temel şartı bulunmaktadır. Bu son görüş ile amel, imanın bir rüknü olarak ka bul edildiğinden ameli terk eden kişi mü’min olma vasfını kaybetme gibi bir tehlike ile karşı karşıya kalmaktadır. Ancak bunlardan selef âlimleriyle hadisçiler; ameli, imanın bir cüzü saymakla beraber, kal binde iman olan, diliyle ikrar eden ve kıbleye yönelen herkesi iman dairesinde kabul etmişlerdir. Günahkâr olsa bile küfre düşmeyeceği kanaatine varmışlardır. Hariciler, zikredilen üç rükünden birinin ek sikliğini küfür kabul etmişlerdir. Mu’tezile ve Zeydiyye ise, iman ile küfür arasında bir mertebe daha olduğunu belirterek bu kişilerin fasık olduklarını ileri sürmüşlerdir. Tevbe etmeden vefat ederlerse küfür üzere cehenneme gideceklerini söylemişlerdir. İmanın tanımı ve muhtevasi hakkında bu özet bilgiyi verdikten sonra imanın esaslarını gösteren ve “Cibril Hadisi” olarak da bilinen şu hadisin iman esaslarıyla ilgili bölümü, Cebrail (a.s.)’in bir sorusu üzerine Hz. Muham med (s.a.s.) tarafından şöyle açıklanmıştır:

“iman, senin Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine. ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmandır.”

İman Esasları

1- ALLAH’A İMAN

Hz. Muhammed (s.a.s.), nübüvvetini tebliğ etmekle emrolunduğu tarihte Araplar, içinde bulundukları cehalet ve vahşetin sonucu olarak birçok yanlış inançlara sapmışlardı. Esasen o tarihte dünya üzerinde, hata, dalalet ve hurafelerden uzak bir din de hemen hemen yoktu. Bu yüzden Resulullah ilk önce Araplarda yaygın olan şirki ve putperestliği ortadan kaldırmak için tebliğe başladı.

Allah dünyada çeşitli sebepler zincirini birbirleriyle ilişkili olarak yaratmıştır. Bütün bu olaylar birbirlerine bağlı olarak olup bitmektedir. Çünkü hadiselerin esası, mutlak kudret sahibi olan Allah’ın iradesine bağlıdır. Ancak bunu tam anlamıyla idrak edeme yen ve tabiatta cereyan eden olayların etkisinden kurtulamayanlarin her zaman şirk, küfür ve şüpheye düştükleri de görülmüştür. Hz. Peygamber’in tebliğine esas teşkil eden bu ilk nazil olan ayetler in sanoğlunun dikkatini, öncelikle kâinatın yaratılışı ile, onun mutlak sahibi olan Allah’ın varlığına ve birliğine çekmiştir. Şimdi bu konuya işaret eden birkaç ayetin mealine göz atalım:

1- “Şüphesiz semavat ve arzın yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyarak yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirdiği bir su ile ölmüş olan toprağı diriltmesinde, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre amade bekleyen bulutları döndürmesinde elbette düşünen bir topluluk (millet) için (Allah’ın varlığını ve birliğini ispatlayan) pek çok deliller vardır. ”

2- “Kesin olarak inananlar için yeryüzünde işaretler vardır. Kendi nefislerinizde de ibretler vardır. Görmüyor musunuz?” Bu ayetlerde zikredilen işaretlerden maksat; yeryüzünün dağları, denizleri, ağaçları, bitkileri, madenleri ve canlılarıdır. Bunların var edilmesinde Allah’ın kuvvet, kudret, irade ve birliğine işaret eden alâmetler vardır.

3- “Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri biz boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Bu yüzden, inkâr edenlere ateşten bir helak vardır. ”

4- “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.”

5- “O, öyle bir Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, malik ve sahiptir, münezzehtir, selamet verendir, emniyete kavuşturandır, göze tip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran büyüklükte eşi olmayandır. Allah, puta tapanların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.”

Allah’a iman etmek, bütün kalp ve gönlümüzle O’nun emirlerine boyun eğmek demektir. O, kemal sıfatlarla muttasıf, noksan sifat lardan ise münezzehtir. Bütün ibadet, itaat ve iyilikler sadece O’nun rızası için yapılır. Kâinatta canlı ve cansız her şeyin yaratıcısı O’dur. O’nun emir ve iradesi olmadan hiçbir şey olmaz. Aslında Allah inan ci, insanın fıtratında vardır. Çünkü o kendisini anladığı günden iti baren üstün ve her şeyi kuşatan bir kudrete teslim olma ihtiyacını duymuştur. Daima bu yüce kuvvet ve kudret sahibine korku ve ümit içinde sığınmaya çalışmıştır.

Ahmed Hamdi Akseki “Allah Vardır ve Birdir.” isimli bir makale sinde bu konuya uzunca yer vermiştir. Araştırmamızla ilgisi bakımın dan birkaç cümleyi aynen aşağıya alıyoruz: “Allah’ın varlığına kanaat için dışardan deliller aramaya, mukaddimeler tertip etmeye ihtiyaç yoktur. Fıtratı bozulmamış olan, ruhu hasta olmayan her insan bunu bulur ve anlar. Bu yoldaki deliller, sadece insanı uyarmak ve içinde ki fitri ve zaruri bilgiyi inkişaf ettirmek ve düzeltmek içindir. Mesela mıknatıs ile demir, birbirlerine yaklaşınca mıknatıs demiri çekiverir; çünkü bu, onun fitratında gizlenmiştir. O kabiliyet bozulmadıkça fitratinin icaplarını mutlaka yapacaktır. Binaenaleyh insan için Allah’ın varlığını bilmek, yalnız nazari bir bilgi olmayıp insanın içine konul muş bir kabiliyet, bir garizedir. Kendini duymak, yine kendisinin yine kendisi olduğunu tanımak nasıl bedihi bir şuur ise; kendisini yaratan Allah’i bilmek de bu şuur ile beraber tahakkuk etmiş bedihi ve fitri bir bilgidir. Şu kadar ki nefsini idrak, açık olduğu halde Allah’ı bilmek ve ikrar etmek onun içinde gizlenmiştir. Bedihidir ki Allah’in açık bir şuur ile duyulması dikkate veya bir tembihe veya ihtara bakar. İşte Peygamberler beşeriyete karşı bu tembih ve ihtar vazifesini yaparak onlarda fitri olan Allah’ı idrak, Allah’ın varlığını bilmek duygusunun inkişafına çalışmışlardır. ”

Ayrıca Allah’ın varlığını ispat için; fitrat, hudus, imkân, nizam, be şer tarihi, hareket, kemal, namütenahi ve ahlâkî gibi bazı deliller vardir. Bu delilleri tek tek açıklayarak detayına giremeyeceğiz. Ancak örnek olması bakımından İmam-1 Azam Ebu Hanife’nin Allah’ın varlığını ispat hakkındaki şu örneği burada zikretmekte yarar görüyorum:

İman etmemiş bir grup insan, İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin üzeri ne yürüyerek onunla münakaşa ve kavga etmek istediler. Onların bu cehaletini gören Ebû Hanife, -İzin verin önce ben size bir meseleyi anlatayım. Aklınızla bunun üzerinde biraz düşünün. Ondan sonra dilediğinizi yapınız.

-Peki, anlatın sizi dinliyoruz dediler.

-Size bir adam gelip, “ben deniz ortasında yüklerle doldurulmuş bir gemi gördüm. Bu gemi o büyük denizin üzerinde kaptanı dâhil hiçbir personeli olmadan kuvvetli ve yüksek rüzgâr dalgaları arasın da, sapmadan sarsılmadan kendiliğinden güzergâhında yürüyordu” diyerek haber verse onun sözüne ve aklına inanır misiniz?
Hep birlikte, “Hayır. Akıl bunu kabul etmez. O gemi kendiliğin den ve başıboş olarak denizin üzerinden yürüyemez.” dediler. İşte İmam-ı Azam sözü burada tekrar alarak şöyle der:

– Ey şanı yüce olan Allah’ım! Kaptan ve personeli olmadığı için geminin kendiliğinden denizde yüzmesini kabul etmeyen ve onu imkân dâhilinde görmeyen akıl, ucu ve bucağı sınırsız olan bu kâinatın sevk ve idaresinin kendiliğinden olduğunu nasıl kabul edebilir? Bu kâinatın bir yaratıcısı, koruyucusu, sevk ve idare edeni olması gerekmez mi?

Ebû Hanife’nin bu açıklamasını dinleyen heyet, hep birlikte, önce yaptıklarına pişman olarak ağlamaya başladılar. Sonra tövbe ve istiğfar ederek iman ettiler; sonuçta Ebû Hanife’ye “Sen çok haklısın” demekten de kendilerini alamadılar.

İslam dininin iman esasları ne ile ifade edilir?

2- MELEKLERE İMAN

İmanın temel esaslarından biri de meleklere iman etmektir. Çünkü meleklerin varlığı Kur’an ve sünnetle sabittir. Onlara iman etmek aynı zamanda gayba iman etmek demektir. Her ne kadar onları göz lerimizle görmek mümkün değilse bile aklen inkârını gerektirecek bir sebep de yoktur. Hatta akıl meleklerin mevcudiyetini imkânsız değil. caiz ve mümkün görür. Meleklerin varlığını nakli yönden ispatlayan deliller de çoktur. Bunlardan iki ayeti örnek olarak verelim:

1-“…Onlardan her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine iman ettiler…”

2- “Gerçek iyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin iyiliğidir ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere. kitaplara, Peygamberlere inanır. ”

Meleklerin varlığı ve onlara inanmanın farziyeti ile birlikte özelliklerini ve görevleri itibariyle çeşitlerini bilmek gerekir.

a- Meleklerin Özellikleri:

1- Melekler, nurdan yaratılmış, nuranî ve ruhanî varlıklardır. Onlarda, yemek, içmek, erkeklik, dişilik, evlenmek, uyumak, gençlik ve ihtiyarlık gibi insanlara ait özelliklerden hiçbiri yoktur. Kur’ân’da şöy le buyurulmaktadır: “Göklerde ve yerde ( melekler başta olmak üzere) kimler varsa O’nun hizmetindedir. O’nun huzurunda bulunanlar, O’na ibadet husu sunda kibirlenmezler ve yorulmazlar. Onlar, bıkıp usanmaksızın gece gündüz tespih ederler. ”

2- Melekler Allah’a isyan etmezler. Hangi iş için yaratılmış iseler o işi yaparlar. Daimi olarak Allah’a ibadet ve itaat ederler. Kur’ân’da bu hususa şöyle işaret edilmektedir. “Çünkü onlar üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve kendilerine ne emrolunursa onu yaparlar.”

“Kuşkusuz Rabbin katındakiler O’na kulluk etmekten asla kibirlenmezler. O’nu tesbih eder ve yalnız O’na secde ederler. ”

3- Melekler bir anda Allah’ın emrettiği bir mekândan diğer bir mekâna intikal edecek, hatta yerleri ve gökleri dolaşacak bir kabi liyette yaratılmışlardır. Onların kendilerine ait mahiyeti bizce bilin meyen kanatları bile vardır. Bu konuda da Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur:

“Gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allah’a hamdolsun. O, yaratmada (istediğine) dilediği kadar fazla verir…”

Melekler kısa bir zamanda çok uzak yerlere gidebilirler. Ancak on ların gelip gitmesi, inmesi ve çıkması bizim durumumuza benzemez. İnsanların hareketleriyle mukayese yapılmaz. Kur’ân bu konuyu şöyle haber veriyor: “Melekler ve Ruh (Cebrail) oraya miktarı (dünya senesi ile) elli bin yıl olan bir günde yükselip çıkar.

4- Melekler, Allah’ın emirleriyle farklı şekillere ve kıyafetlere gire bilirler. Örneğin Cebrail, Peygamber (s.a.s.)’e gelirken bazen ashab-1 kiramdan Dihye adındaki sahabi gibi görünmüş, bazen de kimsenin tanıyamadığı bir yabancı gibi görünmüştür. Cebrail (a.s.)’in bir defasında Resûlullah’i mescitte ziyaretinde ashabin onu tanımadığı sahih kaynaklarla bildirilmektedir. Hz. İbrahim ve Hz. İsa’ya gönderilen meleklerin de birer insan şeklinde göründükleri yine Kur’ân’da haber verilmektedir.

5- Melekler gözle görülmezler. Gözle görülmeyişleri onların yok olduklarından değil, gözlerimizin o kabiliyette yaratılmamış olmasın dandır. Melekleri gözlerimizle müşahede edemeyişimiz onları inkâr etmemizi gerektirmez. Zira biz gözümüzle görmediğimiz hâlde varlığını kabul ettiğimiz çok şey vardır. Akıl, ruh, zekâ, sevinç ve üzüntü gibi hâlleri bunlardan sayabiliriz. O hâlde meleklerin varlığına da ruhumuz ve aklımız gibi inanmak zorundayız.

a- Melekler, gaybı yalnız başlarına bilmezler. Ancak Allah tarafından kendilerine gaybla ilgili bir bilgi verilmişse, bu bilgileri ölçüsün de bilebilirler. Bu hususta Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah. Adem’e bütün isimleri, eşyanın adlarını ve ne işe yaradıklarını öğretti. Sonra onları önce meleklere arz edip ‘Eğer siz sözünüzde sadik iseniz, şunların isimlerini bana bildirin’ dedi. Melekler, Ya Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih eder, kemal sifatlar ile tavsif ederiz ki, Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz alim ve hâkim olan ancak sensin’ dediler. “

b- Görevleri İtibariyle Melekler:

Melekler görevleri yönünden birkaç gruba ayrılır. Melekler yerde, arşta veya semada bulunurlar. Yerde bulunanlara arzı, gökte bulunanlara semavi, arşta bulunanlara ise arşî denir..

1- Büyük Melekler: Bu melekler; Cebrâil, Mikail, İsrafil, Azrail olmak üzere dört tanedir. Cebrail’in görevi vahiy getirmektir. Mikail, kâinattaki tabii olayları ve rızıkları idare etmek; Azrail, ölüm sırasında canlıların ruhunu almak; İsrafil ise Sur’a üflemekle görevlidir.

2- Kiramen Kâtibin Melekleri: Bunlardan biri insanın sağ omzunda bulunur. Onun iyi iş ve davranışlarını tespit eder. Diğeri de sol omzunda olup günah ve kötülükleri yazar. Bu meleklerin diğer bir ismi de “Hafaza Melekleri’dir“. Bu melekler hakkında da Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısılda dıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız. Çünkü onun sağın da ve solunda oturan, her davranışı yakalayıp tespit eden iki melek vardır. ” Kiramen Kâtibin melekleri bu dünyada insanların iyi ve kötü işlerini, fiillerini yazdıkları gibi, ahiret gününde de hesap anında veya amel defteri açıldığında insanın lehinde veya aleyhinde şahitlik yapacaktır. Bu hususta da Kur’ân’da şöyle buyurulmaktadır: “Sur’a üfürüldü mü işte bu, geleceği vadedilen gündür. Herkes, yanında bir sürücü ve bir de şahitle beraber gelmiştir.”

3- Münker ve Nekir: Ölümden sonra kabirde insanlara sual sorma görevi verilen meleklerdir. Kabrine konulan cenaze, ahiret âleminin ilk sualleriyle burada karşılaşır. Söz konusu melekler görünmeyen ve tanınmayan bir kıyafetle ansızın buraya geldiklerinde bu ismi almaktadırlar. Kabir hayatı ile burada soru ve sualin vaki olacağına dair hem Kur’ân’da hem de hadislerde işaretler vardır. “Allah, iman edenleri dünya hayatında da ahirette de değişmeyen sözle sağlam yolda yürütür.”

Cabir bin Abdullah ise Resûlullah (s.a.s.)’tan şöyle bir hadis rivayet etmektedir: “Her kul kabrinde ne üzere ölmüşse öyle diriltilir: mü’min imanı üzere, münafık da nifakı üzere.”

4- Hamele-i Arş: Bunlar arşı taşıyan ve yüklenen meleklerdir. Bu meleklerin varlığı da Kur’ân-ı Kerim’de haber verilmiştir. “O gün Rab binin arşını, bunların da üstünde sekiz (melek) yüklenir. ” “Arşı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunan (melekler) Rablerini hamd ile tesbih ederler. O’na iman ederler. ”

5- Hazene-i Cennet ve Cehennem: Allah tarafından cennet ve cehennemdeki işleri yürütmekle görevlendirilmiş meleklerdir. Cennet te mü’minler için görevlendirilmiş meleklerin sayı itibariyle çok olduğu haber verilmektedir. Onlar, cennet ehline hizmet ederek şöyle seslenirler: “(O sonuç), Adn cennetleridir; oraya babalarından, eşlerinden ve çocuklarından salih olanlarla beraber girecekler, melekler de her kapıdan onların yanına varacaklar. (Melekler), sabrettiğinize karşılık size selam olsun! Dünya yurdunun sonu (cennet) ne güzeldir! derler.”

Zebaniler veya Cehennem melekleri ise, yanlış itikat veya kötü amellerinden dolayı cehenneme gidenleri karşılayacaklar. Kur’ân’da bildirildiğine göre hem sual sormak, hem de azap etmek için Allah’tan emir almışlardır: “Rablerini inkâr edenler için cehennem azabı vardır. O, ne kötü dönüştür! Oraya atıldıklarında, onun kaynarken çıkardığı uğultuyu işitirler. Neredeyse cehennem öfkesinden çatlayacak! Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa, onun bekçileri onlara, “Size (bu azap ile) korkutucu bir Peygamber gelmemiş miydi?” diye sorarlar. Onlar şöyle cevap verirler: Evet, doğrusu bize, (bu azap ile) korkutan bir Peygamber gelmişti; fakat biz (onu) yalan saymış ve “Allah’in bir şey gönderdiği yok; siz olsa olsa büyük bir sapıklık içindesiniz!” demiştik. ”

Ayrıca bu sayılanların dışında Mukarrebun, insanların gönlüne hakikati telkin eden ilham, mü’minlere dua eden, Kur’ân okununca yeryüzüne inen, fatihayı okuyunca “âmin” diyen, zikir meclislerini ziyaret eden ve sabah namazı ile ikindi namazında mü’minlerle birlikte olan çeşitli melekler vardır.

İmanın Esasları – Diyanet

3- KİTAPLARA İMAN

Müslüman, Allah’ın indirdiği bütün kitaplara ve Peygambere verilen sahifelere inanır. Çünkü bunların hepsi Allah’ın kelamı olup, insanlara dinin emirlerini tebliğ etmek üzere Peygamberlere gönde rilmiştir. Allah’tan nazil olan bu kitapların en büyükleri dört tane dir. Bunlardan Kur’ân-ı Kerim Hz. Muhammed (s.a.s.)’e, Tevrat Musa (a.s.)’ya, Zebur Davud (a.s.)’a, İncil ise İsa (a.s.)’ya gelmiştir. Ancak Kur’ân-ı Kerim en son nazil olan kitap olup, daha önceki sem’i ve nakli delilleri neshetmiştir. Böylece en son, en mükemmel ve kıyamete kadar geçerliliği olan kitap artık Kur’ân-ı Kerim’dir.

Kitaplara iman etmenin zarureti de nakli delillerle sabittir. Bu hususu Allah bazı ayetlerde emir, bazılarında ise haber şeklinde bildirmiştir. Birkaç tanesinin mealini aynen buraya alıyoruz: “Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman (da sebat) ediniz. Kim Allah’i, meleklerini, kitaplarını, Peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam manasıyla sapıtmıştır.” “(Resûlüm!) O, sana Kitabı Hak ile ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedricen indirmiş: daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ile İncil’i ve hakki batıldan ayırt eden hükümleri göndermiştir. Bilinmelidir ki Allah’ın ayetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. ” “Şüphesiz bunlar, ilk gönderilen kitaplarda, İbrahim ve Musa’nın kitaplarında da vardır. ” “İnsanlar (aslin da) tek bir ümmet (millet) idi. Bu durumda iken Allah, müjde verici ve uyarıcı olarak Peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda, hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da indirdi.” Kitapların Peygamberler vasıtasıyla insanlara tebliğ edilmesi akli delillere de uygun düşmektedir. Bu hususta açıklanacak şu zaruri delilleri göz önüne aldığımızda akıl da, Yüce Allah’tan Peygamberlere kitap gönderilmesinin zaruretine inanmaktadır.

1- İnsan, zayıf ve Rabbine muhtaç bir şekilde yaratılmıştır. Onun ruh ve cisminin islahı, ancak Allah’ın kitap vasıtasıyla onlara bildirdiği prensiplerle mümkündür. Çünkü nazil olan her semavi kitap, insanı dünya ve ahirette olgunluğa ve kurtuluşa götürecek kanunlar, prensipler ve tavsiyelerle doludur.

2- Peygamberler Allah ile kul arasında bir elçidir. Ancak beşer olmaları hasebiyle onlar da belli bir süre için yaşar ve ölürler. Kendileri ne verilen risalet görevini yerine getirirken Allah’ın verdiği kitap veya sahifelerden yararlanmışlardır. Bu görevlerini yerine getirmeleri için kendilerine kitap gönderilmiş olması son derece tabiidir.

3- Peygamberler insanları Allah yoluna davet ederken Allah’ın inzal ettiği vahiy mahsulü olan kitap ve sahifeler olmasaydı Peygamberlerin haber verdikleri, hidayet, hayır ve diğer teşri-i konulara inanmak zor olurdu. Bu durumda Peygamberlerin nübüvvet ve risaletini inkâr daha kolay olabilirdi. Bu yüzden Allah’ın ilâhî kitapları Peygamberlerine göndermesi, Peygamberlerin de bu kitapları kavimlerine karşı kuvvetli bir delil olarak ileri sürmeleri, aklın idrakine ve prensiplerine son derece uygun düşmektedir.

Son Kitap Kur’ân-ı Kerim ve özelliği: Her Müslüman, Kur’an’ın Allah’a ait olduğu ve bütün yaratıkların en faziletlisi Hz. Muhammed (s.a.s.) vasıtasıyla insanlara gönderildiğine iman eder. Resûlullah’ın risaletiyle nübüvvet zinciri tamamlandığı gibi, Kur’ân-ı Kerim’in nü zulü ile de semavi kitaplar sona ermiştir.
Kur’ân en son ve en mükemmel ilâhî bir kitaptır. Kendisine uyanlara dünya ve ahiret mutluluğu için kefil ve şefaatçidir. Allah, onu noksan veya fazla olmaktan korumuştur. Dünya üzerinde hayat var oldukça o da var olacaktır. Bu hususu Allah şöyle haber vermektedir: “Âlemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed’e Furkan’t indiren. göklerin ve yerin hükümranlığı kendisine ait olan, hiç evlat edinmeyen, mülkün de ortağı bulunmayan ve her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mahlûkatin mukadderatini tayin eden Allah, yüceler yücesidir. ” “Kur’an’ı kesinlikle biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız. ”

Kur’ân, Allah tarafından Hz. Muhammed (s.a.s.)’e 23 yıl süreyle nazil olmuş, hem lafızları hem de manası itibariyle bir muci zedir. Hiç bir kuvvet onun benzerini meydana getiremez. Nitekim bu konuda Kur’ân kendisine dil uzatanlara meydan okumaktadır: “Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sure getirin. Eğer iddianızda doğru iseniz. Allah’tan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın. Bunu yapamazsınız ki, elbette yapa mayacaksınız, yakıtı insan ve taş olan ateşten sakının. Çünkü o ateş kâfirler için hazırlanmıştır. ”

Kur’ân-ı Kerim’in mucizevi birçok özelliği vardır. Biz bunlardan birkaç tanesine işaret etmeye çalışacağız..

1- Kur’ân gerçekleri, güzellikleri, ilâhî hikmetleri ihtiva eden, bü yük bir medeniyetin temel prensiplerini ve hükümlerini ruhunda ta şımaktadır. Zira Kur’ân’ı tebliğ eden Hz. Muhammed (s.a.s.), ilim ve hikmetten mahrum bir toplumun içinden nur gibi ortaya çıkmıştı. Okur ve yazarlığı yoktu, ümmî idi. Onun bu ilâhî kelami tebliğ etmeye mazhar olması, Yüce Allah’ın lütuf ve bereketinin sonucu olan bir mucize ihsanından başka bir şey değildir.

2- Günümüzde gelişen ilmî araştırmalar, denemeler, yeryüzü ve gökyüzü ile ilgili tespitlerin hiçbiri Kur’ân’in asıl ruhuna ters düşmemiştir. Hatta açıklanan bazı bilimsel tespitlerin önceden Kur’ân-1 Kerim’in haber verdiği şekilde tecelli etmesi, onun büyüklüğünü göstermektedir. Nitekim gök bilimiyle ilgili yerin hareketi, güneşin kendi yörüngesinde akışı, Ay’ın muayyen zamanlarda hilâl ve dolunay şeklini alması, çok sonraları açıklandığı hâlde Kur’ân-ı Kerim’in bu hu sustaki açıklamasının ötesine geçememiştir. Böylece bilim ve teknik ilerledikçe Kur’ân ayetlerinin bu konudaki anlamı daha da iyi anla şılmaktadır. Bu hususta şöyle buyurulmuştur: “Güneş, kendine mahsus yörüngesinde akıp gitmektedir. İşte bu, aziz ve âlim olan Allah’ın takdiridir. Ay için de birtakım menziller (yörüngeler) tayin ettik. Nihayet o, eğri hurma dali gibi (hilâl) olur da geri döner. ”

3- Kur’ân ayetlerinin ifade tarzı, lâfızlarının özelliği ve manasının zenginliği öylesine hikmetli ve isabetli bir inceliğe sahiptir ki on dört asırdan bu yana hiçbir ilmi keşif ve tespite ters düşmemiştir. Çünkü o, bütün ilimlerin ve hakikatlerin kaynağıdır.

4- Kur’ân’in istikbale ait haber verdiği konular, zamanı geldikçe gerçekleşmiştir. Örneğin, Müslümanların Mekke’den Medine’ye hic ret edecekleri, insanların gruplar hâlinde İslâm dinine girecekleri ve Kur’ân’in ebediyyen muhafaza edileceği gibi birtakım haberler, açık landığı gibi, zaman içinde gerçekleşmiştir

5- Kur’ân son derece kolaylıkla ezberlenmektedir. Her asırda Müslüman toplumlarda 8-9 yaşlarından itibaren binlerce çocuk hafız olmaktadır. Ayrıca Kur’ân’ın okunuşunda ve lafızların birbiri ardınca dizilişinde ilâhî bir incelik ve sanat vardır. İşte bütün bu üstünlükler, Kur’ân’ın mucize olduğunu teyit eden delillerdir.

Diğer semavi kitaplar sadece nazil oldukları Peygamberlerin dö neminde geçerli idi. Peygamberlerin vefatından sonra bu kitaplar kavimleri tarafından tahrif edilmiştir. Fakat son ve ilâhî kitap olan Kur’ân bunun dışındadır. O, ebediyyen var olacaktır. Çünkü Kur’ân hidayetin ve hakikatın temelidir. Bu konudaki teminatı yüce Allah şöyle açıklamıştır: “İşte bu (Kur’ân), tehlikelere karşı uyarılsınlar, Allah’ın ancak bir tek tanrı olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt al sınlar diye insanlara (gönderilmiş) bir bildiridir, mesajdır. ”

4- PEYGAMBERLERE İMAN

Hz. Muhammed (s.a.s.)’in tebliğ ettiği iman esaslarından biri de gönderilen Peygamberlere iman etmektir. Zira Yüce Allah, insanlar içinden bazı kişileri Peygamber seçerek ilâhî emir ve muradını kul larına tebliğ etmek üzere vahiy göndermiştir. Onların vasıtasıyla çok açık deliller bildirerek mucizelerle desteklemiştir. Böylece insanların kıyamet gününde “Bize herhangi bir elçi gelmedi” şeklinde olabilecek itirazları bu şekilde önlenmiştir.

O halde Müslümana, Kur’ân’ın haber verdiği bütün Peygamber lere ayırım yapmaksızın iman etmesi farzdır. Çünkü Peygamberlerin nübüvveti ve kavimlerine gönderilmiş olmaları nakli delillerle sabittir. Bu delillerden bazıları şunlardır: “…Her millet için mutlaka bir uyarıcı (Peygamber) bulunmuştur.”

“Her ümmetin bir Peygamberi vardır. Peygamberleri geldiği zaman aralarında adaletle hükmedilir ve onlara zulmedilmez.

“Andolsun ki, biz, “Allah’a kulluk edin ve putlardan sakının” diye (emret meleri için) her millete, bir Peygamber gönderdik. Allah, onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı için de sapıklığa düşmek hak oldu. Yeryü zünde gezin de görün, inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur. ”

Peygamberlerin Allah tarafından görevlendirilip insanlığa gönde rilmesi akıl yönünden de mümkündür. Çünkü nübüvvetin akl-1 selime aykırı bir yönü yoktur. Tam tersine şu açıklamalarda görüldüğü gibi onların insanlar içerisinden seçilip gönderilmeleri akla daha uygun düşmektedir.

Yüce Allah’ın lütfunun ve rahmetinin bir sonucu olarak beşeriyete ulûhiyetini tanıtmak, insanları hakka irşat etmek, onları kemale ulaş tırmak, özellikle dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşturmak için ken di içlerinden Peygamber seçip göndermesi son derece uygundur. Bu durumun akla aykırı olması düşünülemez. Daha önce de açıklandığı gibi Allah insanları kendisine ibadet etmek için yaratmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de bu hususta şöyle buyurulmaktadır: “Ben cinleri ve in sanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. ” İnsanların Allah’a nasıl ibadet ve itaat edecekleri hususunda rehberlik yapmak üzere Allah’ın kendi içlerinden bir Peygamber seçmesi çok tabiidir.

Hem dünyada hem ahirette insanların elde edeceği sevap ve ceza, derece derecedir. İyinin en iyisini yapmak, kötülüğün de her türlüsünden kaçınmak mü’minlerin en önemli hedefi olmalıdır. Böylece kul, kıyamet gününde “Ey Rabbim, sana itaat etmenin incelik lerini; kötülüklerden kaçınmanın tedbirlerini bilemedim. Dolayısıyla bana azap edilmesi haksızlık olur.” dememesi için Peygamberin gönderilmesi son derece uygun ve isabetlidir. Bu konuda da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak Peygamberler gönderdik ki insanların, Peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah, izzet ve hikmet sahibidir. ”

Kur’ân’in haber verdiği bütün Peygamberlere istisnasız olarak inanmak farzdır. Onların hepsi hak ve hidayet rehberidir. Biz Hz. Muhammed (s.a.s.)’e inandığımız gibi gelip geçmiş bütün Peygamberlere de inanırız. Kur’ân’da da açıklandığı gibi hiçbirini diğerinden ayırmayız. “Onlardan her biri Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine iman ettiler. (Biz de onun için) Allah’ın Peygamberlerinden hiçbirini ayırmayız. (Hepsine inanırız) onlar “işittik, itaat ettik, ey Rabbimiz mağfiretini niyaz ederiz. Dönüş yalnız sanadır.” dediler. ”

Peygamberlik Allah vergisidir. İnsan, çalışmak suretiyle belli bir makam ve mertebeye gelebilir. Fakat Allah’ın izin ve muradı dışında Peygamber olması mümkün değildir. Peygamberlerin sıfatları ve diğer özelliklerle ilgili hususlar daha önce “Nübüvvet ve Tebliğ” bahsin de anlatıldığı için burada konunun detayına yeniden girmeye gerek görmüyoruz.

5-AHİRETE İMAN

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in özellikle Mekke devrinde tebliğ ettiği imanin esaslarından biri de ahiret gününe inanmaktır. Bu husus da Kur’ân-ı Kerim ile sabit olduğundan iman etmek farzdır. Ahiret günü nü veya Kur’ân-ı Kerim’in ahiretle ilgili haber verdiği şefaat, cennet. cehennem, mizan, sual, amel defteri, haşir ve hesap gibi kavramların hepsi ahiret konusuna dâhildir. Mü’min, bu dünya hayatının geçici olduğuna ve bir gün son bularak ebedî bir âlem olan ahirete intikal edeceğine inanır.

Ahiret, Arapça bir kelime olup “son” veya “sonra olan” demektir. Ahiret kelimesinin karşıtı ise, “ed-dünya”, “ed-dar” veya “hayat”dir.

Bu üç kelimenin müşterek anlamı ise; “en yakın hayat”; “en yakın ev” veya “içinde bulunduğumuz âlem” manasına gelir. Bu durumda. ahiret kelimesinden de; “sonraki gün”, “sonraki yaşayış” ve “gelecek ev” anlamı çıkmaktadır. Öyleyse hâli hazırdaki hayattan ve yaşayış tan sonra gelecek başka bir dünya yaşayışı daha vardır, o da ahiret tir. Ahiret kelimesi Kur’ân’da 113 yerde tekrarlanmıştır, Kur’ân-1 Kerim’in şu ayetlerine baktığımızda bu husus daha iyi anlaşılmaktadir:
“Yine onlar, sana indirilenlere (İslâm’a) ve senden önce indirilen kitap ve Peygamberlere ve ahiret gününe iman ederler.” “Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalamadan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı. ”

“Allah’a ve ahiret gününe inanıp salih amel işleyenler için Rableri katında mükafatlar vardır. ”

Ahiret ve ahiretle ilgili zikredilen istilahlar genellikle gayba ait olan konulardır. Bu hususları akıl, deney veya pozitif bilimlerle açıklamak mümkün değildir. Ahirete iman hakkındaki temel bilgi vahye dayan maktadır. Kur’ân ve hadislerin bu alanda işaret ettikleri hususlara aynen iman etmek zorundayız. Aksi hâlde Kur’ân’ın şu ayetinde belirtildiği gibi ahireti veya onun temel unsurlarından birini inkâr etmek, sahibini küfre götürür: “…Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, Peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam manasıyla sapıtmıştır.”

Ahiret gününün diğer bir anlamı da kıyamet günüdür. Kıyamet ise gayb âlemine inanmanın başlangıç noktasıdır. Kıyamet günü ile ilgili gerçek bilgi ise sadece Allah’ın nezdindedir. Nitekim bu durum Kur’ân’ı Kerim’de şöyle açıklanmıştır. “Kıyamet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allah’ın katındadır. ”

Aslında ahiret günü ve onunla ilgili konular hakkında ayrı ayrı sem’i deliller bulunduğundan, iman etmeye engel veya şüpheye sebep ola cak bir hâl yoktur. Çünkü bu sahada yeterince “nass” bulunmaktadır. Ahiret halleriyle ilgili hususlar akıl yönünden de mümkün olup muhal değildir. Ayrıca dünya hayatı son bulduktan sonra başlayan ve çeşitli merhaleleri olduğu nakli delillerden anlaşılan ahiret âleminin bütünlüğü içinde iman edilmesi zaruri olan hususlar ise şunlardır:

a- Ba’s ve Haşr:

Öldükten sonra yeniden dirilmek ve bu dirilmeden sonra hesap görmek için bir araya toplanmak anlamındadır. Ehl-i sünnet kelamcı ları ise haşrın hem cismanî hem de ruhanî olduğu şeklindeki görüşü benimsemişlerdir.  Bu hususta Allah şöyle buyurmaktadır: “Düşün o günü ki, kitapların tomarlarını dürer gibi göğü toplayıp düreriz. Tıpkı ilk yaratmaya başladığımız zamanki gibi onu yine iade eder. ” Diğer bir ayette ise şöyle buyurulmaktadır: “De ki, onları ilk defa yaratmış olan diriltir. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.”

b-Amel Defteri:

Dünyada iken Hafaza meleklerinin insanın sevap ve hatalarını tespit ederek hazırladıkları bir kitaptır. Mü’minlere sağ tarafından, günahkârlara da sol tarafından verileceği bildirilmektedir: “Her insanın amel defterini boynuna astık, insan için kıyamet gününde açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız. (İşte) kitabın oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter. ”

c- Mizan:

Mahşer gününde herkesin dünyada işlediği amellerinin miktar olarak belirlenmesidir. İlahi adaletin tecellisini ortaya koyacak olan bu işlemin keyfiyetinin en iyisini sadece Allah bilir. Ancak Kur’ân-ı Kerim de mizanin kurulacağını haber vermektedir. “O gün (amelleri tartacak) terazi haktır, kimin (sevap) tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kimin de (sevap) tartıları hafif gelirse, işte onlar, ayetlerimizi inkâr ettiklerinden dolayı kendilerini ziyana sokanlardır.

d- Sual (Sorgu):

Kıyamet gününde her insan, dünyada yaptığı işlerden mutlaka sorulacaktır. Bu konu da Kur’ân-ı Kerim’den çeşitli ayetlerle açıklanmış tir: “Elbette kendilerine Peygamber gönderilenlere de, gönderilen Peygamberle re de soracağız.” Bu ayetten anlaşıldığına göre ümmetlere; Peygamberlere icabet edip etmedikleri; Peygamberlere de tebliğ vazifelerini ne dereceye kadar yaptıkları sorulacaktır. “Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsine yaptıklarından soracağız.”

e- Şefaat:

Ahiret gününde Peygamberler başta olmak üzere Allah’ın kendisi ne şefaat yetkisi verdiği kimselerin günahkâr insanların bağışlanması yolunda Yüce Allah’a arz ve istirhamda bulunmalarıdır. Şefaat haktır. Bu hususta Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır: “Rahman nezdin de söz ve izin alandan başkasının şefaate gücü yetmez. ”

Şu hadislerde ise; şefaatin hak olduğu bildirilmiştir:

“Kıyamet gününde; önce Peygamberler, sonra âlimler ve daha sonra da şehitler şefaat edecekler. ”

“Şefaatim ümmetimin büyük günah sahiplerinedir. ”

“Rabbimin katından bir melek bana geldi ve beni, ümmetimin yarısını cen nete sokmak ile şefaat arasında muhayyer kıldı. Ben şefaati ihtiyar ettim (seç tim) bu şefaat, Allah’a ortak koşmadan ölenleredir ”

f-Cennet ve Cehennem:

Cennet, akıl ve hayale gelmeyen, dünya nimetleriyle mukayesesi caiz olmayan, maddi ve manevî nimetler ve lezzetlerle mücehhez sekiz tabakadan meydana gelen bir sevap ve mükâfat yeridir.
Cehennem ise, küfür ve isyan içinde bulunan kimseler için hazır lanmış yedi tabakadan ibaret bir ceza ve azap yeridir.

Cennet ve cehennemin varlığını birçok âyet ve hadis haber vermektedir. Ehlisünnet kelamcılarına göre cennet ve cehennem, hâlihazırda mevcuttur. İkisi de mahlûktur. Kur’ân-ı Kerim bunlarin varlığını şöyle haber vermektedir: “Rabbinizin bağışına ve takva sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun.!” “Ehl-i Kitap ve müşriklerden İslâm’ı kabul etmeyen münkirler, ebedî olarak ateşe girerler, işte onlar, halkın en şerlileridir. ”

Ahiret hayatı, aynı zamanda ilâhî adaletin bir neticesidir. Bu dün yada birtakım haksızlıklar meydana gelebilir. Açık ve gizli her şey orada anlaşılacağından Allah, isyan edenleri azap ile cezalandıracak, iyilere de mükâfat olarak cenneti verecektir. Böylece gerçek adalet yerini bulacaktır. Çünkü bu dünya bir imtihan yeridir. Ayrıca ahiretin tarlasıdır. Dünyada iyi işler yapanlar ahirette güzel mükâfat, kötülük leri işleyenler ise affedilmezlerse azap göreceklerdir.

6. KADER ve KAZAYA İMAN

Kader ve kaza da iman esasları arasında yer alan bir konudur. Kader ve kaza ile hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmak farzdır. Müslümanın iman bakımından tam mutmain olması ve Allah’ın emirlerine mutlak surette itaat ederek boyun eğmesi için kader ve kazanın sonucuna rıza göstermesi gerekir. Bu hususta Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır: “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötü lük ise nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik. Buna şahit olarak da Allah yeter ”

Bu ayetin tefsiri üzerinde durulduğu zaman İslâm’ın hayır, şer. kaza ve kader konularındaki inanç ve düşüncesine ışık tuttuğu görülmektedir. İnsanlar umumiyetle elde ettikleri başarı ve iyi neticeleri kendilerine mal ederler. Felaket, kötülük ve başarısızlıkları ise yükleyecek birisini ararlar. Kendilerini kınamak ve suçlamaktan kaçarlar. Halbuki her şeyi yaratan Allah’tır! Her şey O’nun takdir ve kuvvetiyle var olur. Ancak Allah hiçbir kimse için doğrudan doğruya felaket ve kötülüğe rıza göstermez. Kulun işlediği her günah, suç ve kötülükle bizzat kendi iradesi devreye girer ve Allah; kulu öyle istediği ve ayrıca iradesini o yolda sarf ettiği için öyle yaratır; şu hâlde kul kâsibdir; hak eder, murat eder, Allah ise halıktır; kulun iradesine göre yaratır.

Bu kısa açıklamadan sonra kader ve kazanın lügat manalarını da açıklamakta yarar vardır:

1- Kader kelimesi lügatte; “ölçme, tahmin, ölçerek, takdir ederek, tayin etmek” anlamlarına gelir. Ayrıca gücü yetmek, yani kudret manası da vardır.

Istilahta ise kader, Allah’ın ezelden ebede kadar olacak şeyleri zaman ve yerini, özellik ve niteliklerini, nasıl ve ne zamanda olacaklarsa onların tamamını ezelde bilip, o şekilde sınırlaması ve takdir etmesine denir. Bu durumda kader, Allah’in ilim sifatını ilgilendirmektedir. O hâlde kader Allah’ın ilmi doğrultusunda, kâinatı ve on daki her çeşit yaratığı belli bir düzen ve ölçüye göre idare eden ilâhî bir kanundur. Bu konuda Kur’an’ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:

“Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık. ” “O’nun katında her şey bir ölçüyledir ” “Kainatta mevcut her şeyin hazineleri ancak bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir miktar ile indiririz.” “Her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mahlukatın mukadderatını tayin eden Allah, yüceler yücesidir.

2- Kaza kelimesi ise; lügatte hüküm ve karar verme, bir vecibeyi ifa etmek ve yerine getirmek anlamına gelir.

Istilahta ise kaza; Allah’ın ezelde irade etmiş olduğu ve takdir buyurduğu şeylerin, zamanı gelince her birisini ezeli ilim, iradesi ve takdirine uygun bir biçimde meydana getirmesi ve yaratmasıdır. Bu takdirde kaza, Allah’ın tekvin sıfatını ilgilendiren bir konu olmaktadır. Bu tanım Maturidi ve taraftarlarına göredir. Eş’ariler ise bunu daha farklı bir şekilde tarif etmişlerdir: Kaza, hüküm manasınadır. Allah’ın eşyayı sonradan nasıl olacaksa ezelde öylece irade etmesidir. Kader ise, Allah’ın her şeyi vakti gelince, ezelî ilmine uygun olarak, irade ettiği şekilde yaratmasıdır.

Kader ve kazaya iman, Allah’ın ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatla rina iman etmek demektir. Bu durumda kader ve kazaya iman demek: hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve tatlı, canlı ve cansız her ne varsa onla rin hepsinin Allah tarafından bilinmesi ve dilemesidir.

Bu durumda kader ve kazaya imani; her şeyin Allah’ın hikmetine, takdir ve tayinine göre tezahür ettiği şeklinde anlamak gerekir. İnsana bir zarar isabet ettiği zaman acizlenip ümitsizliğe düşmemesi, başarıya ulaşıp iyi durumlarla karşılaştığı zaman da aşırı derecede sevinip her şeyi unutmaması, insanlara ve Yüce Allah’a yüz çevirmemesi, her iki durumu da değerlendirip hareketlerini ona göre düzenleme si gerekir. O hâlde kader ve kazaya iman, bir işin sorumluluğunu başkasına yükleme yolunu açmaz ve günah işlemeye de bir sebep teşkil etmez. Yine bu iman, bunun bir zorlama, bir cebir olduğunu kabul edenlere de bir imkân tanımaz. Tam tersine amellerin, yapılan işlerin ortaya çıkmasında tahakkuk edecek yüksek gayelerin keşfedilmesine imkan verir.
Bu durumda kader ve kaza, başka bir kader ve kaza ile geri çevrilir. Şöyle ki açlık, yemek ile; susuzluk, suyu içmekle; hastalık, ilaç ile; tembellik, çalışmak ve gayret etmekle def edilerek tamamlanmış olur.

Daha önce de işaret edildiği gibi kadere inanmak farzdır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), ümmetini kaderi yanlış anlamaktan ve bu hususta tartışmaya girmekten alıkoymuştur. Ebû Hureyre (r.a.) şöyle rivayet etmektedir: “Biz bir gün kader konusunda tartışmaya varan bir münakaşa hâlindeyken Allah’ın Resûlü yanımıza geldi. Bizi böyle görünce mübarek yüzü kızarıp hiddetlendi ve şöyle dedi: “Ben size bunun için mi gönderildim? Sizden önceki kavimler, çok tartıştıklarından yok olup gittiler. Size bu konuda münakaşa yapmamak emrolundu.

Kaynak: sünnetin ışığında tebliğ ve davet

BENZER KONULAR:

Answer ( 1 )

    1
    2024-10-07T06:55:21+03:00

    Please briefly explain why you feel this answer should be reported.

    Bildir
    İptal

    İslam’ın inanç (iman) esasları, Müslümanların inanç sisteminin kurucu temelleridir. Bu esaslar, Kur’an-ı Kerim ve Hadislerde belirtilmiştir. İşte İslam’ın inanç esasları:

    İslam’ın İman Esasları

    1. Allah’a iman
      • Allah’ın birliğine ve varlığına bağlıdır. “La ilahe illallah” beyanı ile dile getirilen bu inançlı, İslam’ın en temel dosyalarıdır.
    2. Meleklere İman
      • Allah’ın yarattığı ve O’na itaat eden, görünen varlıklara (melekler) ortaya çıkan. Kur’an’da bu konuda çeşitli ayetler bulunmaktadır.
    3. Kitaplara İman
      • Allah tarafından peygamberlere gönderilen kitaplara ilişkin bilgiler. Bu kitaplar arasında Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an yer alır. Kur’an, oğul ve en önemli kitap olarak kabul edilir.
    4. Peygamberlere İman
      • Allah’ın insanların doğru yolunu göstermesi için gelişmelerin peygamberlere yayılması. Hz. Muhammed (sas) oğlu peygamberdir.
    5. Ahiret Gününe İman
      • Ölümden sonra diriliş, hesap verme ve cennet-cehennem inancı. Ahiret ürünlerinin insan faaliyetlerinin karşılığının görülmesine inanılır.
    6. Kaza ve Kadere İman
      • Allah’ın her şeyinin belirtilmesi ve her şeyin O’nun gücüyle öğrenildiğine. Bu inancın, Allah’ın bilgisi ve gelişmelerin sonuçlarını ifade eder.

    İman Esaslarının Temel Özellikleri

    • Kesinlik : İman, kalp ile tasdik ve kesin bir inanılmayı gerektirir. Şüpheye yer bırakmaz.
    • Kapsayıcılık : İman esasları, Müslümanların inanç sistemi tamamlar ve biri diğerine bağlıdır.
    • Eylemle İlişkisi : İman, sadece kalpte değil, davranışlarda tezahürler yaşanıyor. Amel, imanın bir parçası olarak kabul edilir.
    En iyi cevap

Cevapla