Paylaş
İslam öncesi dünya
BildirQuestion
Please briefly explain why you feel this question should be reported.
islamiyet öncesi dünya ve dinler
islam’dan önce arap yarımadasındaki inanç ve dinler kısaca
Miladi 6. yüzyılda dünya, cehalet ve dalalet karanlıklarına dalmış, mahvolmuş durumdaydı. İslâm öncesi Araplar da bu cahilî düzenden büyük ölçüde etkilenmişlerdi. Çoğu, dinî bakımdan müşrikti:
“Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve ‘Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir diyorlar.
“(Kâfirler) O’nu (Allah’ı) bırakıp hiçbir şey yaratamayan, bilakis kendileri yaratılmış olan, kendilerine bile ne zarar ne de fayda verebilen, öldürmeye, hayat vermeye ve ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen ilahlar edindiler.
Hatta taşlara tapacak kadar bu sapkınlıkta aşırıya gittiler. Ellerindeki taştan daha iyisini bulduklarında da ellerindekini atıp onu alıyorlardı. Bir taş bulamadıkları zaman ise bir toprak yığını oluşturuyor, peşinden bir da varı getirip üzerine sütünü sağıyor, daha sonra da yığının etrafında tavaf ediyorlardı.”
Bunun yanı sıra çeşitli hurafelere de inanıyorlardı. Falda kullanılan ve üzerinde tüy bulunmayan okları çekmek bunlardan biriydi. Bu oklardan üç tanesini seçip ilkinin üzerine “evet,” ikincisine “hayır” yazıp üçüncüsü nü de bir şey yazmaksızın boş bırakırlardı. Yolculuk ve nikâh gibi bir işe kalkıştıklarında bunlarla fal çekerler; “evet” oku çıkarsa gereğini yaparlar; “hayır” oku çıkınca da o yıl o işi erteleyip daha sonra tekrar denerlerdi. Şayet üzerinde herhangi bir şey yazılı olmayan üçüncü ok çıkarsa, diğer iki oktan biri çıkıncaya kadar yeniden çekerlerdi. Su, diyet, nesep ve benzeri konularla ilgili anlaşmazlıklarda da fal oku çekerlerdi.
Öte yandan kâhin, arrâf ve müneccimlerin de o toplumda hatırı sayılır bir yeri vardı. İnsanlar dini meselelerde ve pek çok dünyevi konuda on lara müracaat ediyor ve söylediklerine tam anlamıyla teslim oluyorlardı. Bu kâhin, arrâf ve müneccimler, gelecekte olacaklardan haber vermeye kalkışan, gizli saklı şeyleri bildiklerini iddia eden kimselerdi. Bazıları da emri altında birtakım cinler olduğunu ve kendisine haber getirdiklerini söylüyordu. Müneccim ise yıldızların hareketlerini gözlemleyip hesaplar yaparak gelecekteki olayları bildiğini iddia ediyordu.
Ayrıca Arapların “bir şeyi uğursuz sayma” anlamına gelen “tyara” adım verdikleri bir hurafeleri de vardı. Şöyle ki: Bir kuş veya geyik/ceylani alıp ürkütür ve kaçırırlardı. Eğer hayvan sağ tarafa doğru kaçarsa, bunu hayra yorup yapacakları işe devam ederler; ancak hayvan sol tarafa doğru kaçarsa, bunun bir uğursuzluk işareti olarak algılar ve o işten vazgeçerlerdi. Yine bir kuş veya hayvanın yolda önlerine çıkmasını da uğursuzluk alameti sayarlardı.
Buna benzer bir hurafe de tavşan topuğunu (muska gibi) üzerlerinde taşımalarıydı. Bazı gün ve ayları; hayvan, ev ve kadınları da uğursuzluk sebebi sayıyorlardı. Ayrıca hastalıkların bulaşıcı olduğuna ve baykuşun uğursuzluğuna inanıyorlardı. Bu inanışa göre, öldürülen bir kimsenin ruhu, intikamı alınıncaya kadar huzura ermez ve çöllerde dolaşan bir baykuş hâline gelerek “Çok susadım, çok susadım!” veya “Su verin bana, su verin bana!” diye seslenir, eğer intikamı alınırsa sakinleşir ve rahata kavuşur.
Araplar, bu hurafelerin yanı sıra ataları İbrahim aleyhisselâm’ın dininden miras kalan Kâbe’ye saygı duymak, onun etrafında tavaf etmek, hac ve umre yapmak, Arafat ve Müzdelife’de vakfe yapmak; deve ve sığırları kurbanlık olarak takdim etmek gibi bazı gelenekleri de sürdürüyorlardı. Fakat bunlara birtakım bid’atler sokmuşlar ve çeşitli hurafeler karıştırmışlardı.
Yahudilik ve Hıristiyanlığın da Arap Yarımadası’nın sakinleri arasında belirli bir yeri ve konumu vardı. Medine-i Münevvere, Hayber, Teyma, Vâdi’l-Kurâ ve Fedek gibi bölgelerde birçok Yahudi kabilesi bulunuyordu. Yemenli bir topluluk da Yahudiliğe girmişti. Hatta bunlar, kendi dinlerine girmeyi kabul etmeyen Necran Hıristiyanlarını hendeklerde yakmışlardı.
Hıristiyanlığın Necran’da mensupları vardı. Hepsi bu dini benimsemiş yaklaşık yüz bin kişilik bir savaşçı gruptan oluşuyordu. Aynı şekilde Haris tiyanlık Habeşliler sayesinde Yemen’in birçok bölgesinde yayılmıştı. Öte yandan Bizanslılara komşu olan Gassân Arapları, Tağlip ve Tay gibi Arap kabileleri de Hıristiyanlığı benimsemiş ve onu din edinmişlerdi.
Bunlar, İslâm öncesi Arapların belli başlı dinleriydi. Bunun yanı sıra Mecûsilik ve Sâbiilik de vardı. Ne var ki bütün bu dinler çözülme ve yok olma tehlikesiyle karşı karşıya idiler. Hz. İbrahim’in dinine göre yaşadıklarını iddia edenler ise, İbrahim şeriatının emir ve yasaklarından çok uzaktaydılar. Zira o şeriatin getirdiği güzel ahlâk öğretilerini ihmal etmişlerdi ve aralarında günahlar çoğalmıştı. Ayrıca zamanla putperestler arasında, dini hurafelere benzer nitelikte; toplumsal, siyasî ve dinî hayatı ciddi an lamda etkileyen birtakım örf ve adetler türemeye başlamıştı.
Yahudilik ise bir sahtekarlık ve zorbalığa dönüşmüştü. Bu dinin öncüleri, insanları tahakküm altına almaya kalkışan; nefes alıp vermeleri ni kontrol altında tutacak ve dudak hareketlerini sorgulayacak ölçüde Allah’ın dışında Rabler hâline gelmişlerdi. Bütün kaygıları, mal ve nü fuz elde etmekten ibaretti. Bu noktada dinin yok olmasının, dinsizlik ve küfrün yayılmasının ve Allah’ın her ferde, kutsal sayması için emir verip teşviklerde bulunduğu öğretilerin hafife alınmasının onlar açısından hiç bir önemi yoktu.
Hıristiyanlığa gelince; o da anlaşılması güç bir putperestliğe evrilmiş; Allah’la insan arasında tuhaf bir karışım ortaya çıkarmıştı. Üstelik bu din, mensubu bulunan dindar Arapların gönlünde de gerçek bir etkiye sahip de ğildi. Zira bu dinin öğretileri, Arapların alışageldikleri ve bu sebeple terk edemedikleri hayat tarzından tamamen uzaktı.
Diğer dinlere mensup Arapların durumları ise müşriklerin durumları na benziyordu. Kalpleri birbirine benzemiş, inançları aynı noktada birleşmiş; örf ve adetleri aynileşmişti.
Siyasî açıdan bakıldığında Yemen, önceleri Habeşlilerin sonra da İranlıların işgali altındaydı. Arapların doğusundaki Hîre ve çevresi ise zaten uzun bir süredir İranlıların yönetimindeydi. Şam’ın yüksek kesimleri ve civar bölgelerine de Bizanslılara bağlı Gassânoğulları egemendi. Diğer Araplar da kabilelere ayrılmıştı ve her bir kabilenin bağımsız bir reisi vardı. Bu reisler, Irkçı diktatörlerde olduğu gibi kendi başına buyruk ve tama men keyfi bir yönetim anlayışına sahiptiler. Hatta bazıları öfkelendiğinde, eli kılıç tutan binlerce kişi, niçin öfkelendiğini sorgulamaksızın onun adına galeyana gelir, öfkelenirdi.
Bu bölgelerin durumları ve sakinlerine gelince; yabancılara komşu olan söz konusu üç mıntıkanın siyasî durumu, son derece istikrarsız ve çökmüş vaziyetteydi. İnsanlar efendi ve köle yahut yöneten ve yönetilen olmak üzere iki kısma ayrılmıştı. Efendiler -özellikle de yabancılar bütün servetlerin sahibi; köleler ise her türlü külfetin zebunu idiler. Daha açık bir ifadeyle halk, mahsullerini hükümetlere aktaran bir çiftlik konumundaydı. Hükümetler de bunları kendi hazları, zevkleri, arzuları, zulüm ve saldırganlıkları uğruna harcıyorlardı. İnsanlar ise karanlıklar içerisinde bocalayıp duruyor ve zulüm her bir yandan üzerlerine sökün ediyordu. Sızlanıp şikâyet etmeye hakları yoktu. Hatta çok çeşitli işkence ve baskılara sessizce boyun eğiyorlardı. Zorba bir yönetim altında haklar hiçe sayılıp kaybolmuştu.
Bu bölgelere komşu olan kabileler ise arzu ve isteklerine göre yön değiştiriyor, duruma göre hareket ediyorlardı. Bazen Iraklılara katılıyor, bazen de Şamlıların tarafında yer alıyorlardı.
Arap Yarımadası’ndaki kabilelerin hâlleri ise, aralarındaki ilişkilerin koptuğu, kabile anlaşmazlıklarının, etnik ve dinî ayrılıkların egemen olduğu bir durum arz ediyordu.
Nitekim onların sözcülerinden birinin şiiri şöyledir:
“Ben ancak bir Gaziyyeliyim,
O yoldan çıkarsa ben de çıkarım,
Gaziyye doğru yola girerse ben de girerim.”
Ayrıca onların bağımsızlıklarını güçlendirecek bir hükümdarları veya anlaşmazlıklarında başvuracakları ve zor zamanlarda kendisine güvenebilecekleri yetkili bir otoriteleri de yoktu.
Toplumsal alanda ise eşraf tabakasındaki erkeklerin eşleriyle ilişkileri büyük oranda ileri ve gelişmiş olmasına rağmen, diğer çevrelerdeki kadın erkek ilişkileri ancak fuhuş, ahlaksızlık ve zina olarak nitelendirilebilecek seviyedeydi. Nitekim Buhârî ve diğerlerinin rivayet ettiklerine göre, Aişeradıyallahuanhâ bu konuda şunları anlatmaktadır:
“Cahiliye döneminde dört çeşit nikâh vardı. Bunlardan biri, bugün insanların yapmakta oldukları nikâhtı. Şöyle ki: Bir adam diğer bir adamdan velâyetindeki kadını yahut kızını ister, ardından mehrini belirler, sonra da onu nikâhlardı.
Diğer bir nikâh şekli de şöyleydi: Erkek, karısı hayızından temizlendiği zaman ona (Eşraftan) filanca kişiye git, ondan seninle cinsel ilişkide bulunmasını iste’ derdi. Ve kadının o cinsel ilişkide bulunmasını istediği erkekten hamile kaldığı kesinleşinceye kadar kocası ona dokunmayıp ondan ayrı dururdu. Kadının hamileliği belirince de isterse kendi kocası onunla cinsel ilişkide bulunurdu. Kocası bu başka erkekle cinsel ilişkide bulunma işini çocuğun soylu ve seçkin biri olmasını arzu ettiği için isterdi. İşte bu nikâha, ‘Nikâhu’l-istibdâ’ (hamile kalmak maksadıyla cinsel ilişki talebin de bulunma nikâhı) denirdi.
Bir diğer nikâh çeşidi de şöyleydi: Yaklaşık on kişilik bir grup bir ara ya gelip bir kadının yanına girer ve her biri ayrı ayrı kadınla cinsel ilişkide bulunurdu. Sonuçta kadın bu ilişkilerden hamile kalıp da çocuğunu do ğurduktan birkaç gece sonra o erkeklere haber gönderirdi. O erkeklerden hiçbiri de gelmemezlik edemezdi. Nihayetinde hepsi kadının yanında toplanırlar. Kadın onlara ‘Yaptığınız işi biliyorsunuz, ben de şimdi doğurmuş bulunuyorum. Bu çocuk, senin evladındır ey filanca!’ diyerek içlerinden dilediğinin ismini söylerdi. Böylece kadının çocuğu, o adamın nesebine katılırdı. İsmini telaffuz ettiği o erkek de bu çocuğu reddedemezdi.
Dördüncü çeşit nikâh ise şu şekildeydi: Birçok insan toplanır ve bir kadının yanına girerler, o kadın da yanına gelen hiçbir erkeği geri çevirmezdi. Bunlar fahişe kadınlardı; kapıları üzerine bir işaret olsun diye bayrak dikerlerdi. Onlarla ilişkiye girmek isteyenler (bu bayrak işaretine göre) yanlarına girerlerdi. Bu kadınlardan biri hamile kalıp da çocuğu nu doğurduğu zaman, o erkekler kadın için toplanırlar ve kâfileri çağırırlardı. Sonra bu kâfirler o kadının çocuğunu, karar verdikleri kimsenin nesebine katarlardı. Böylece çocuk onun soyuna katılır ve o şahsın oğlu diye çağrılırdı. O kişi de bunu reddedemezdi. Nihayet Allah Teâlâ, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i hak ile peygamber gönderince insanların bugünkü nikâhı dışındaki bu cahiliye nikâhlarının hepsini ortadan kaldırdı.”
Öte yandan kadın ve erkeklerin bu türden birliktelikleri bazen keskin kılıçlar ve sivri mızrakların gölgesi altında gerçekleşiyordu. Kabile savaşlarında galip gelenler, yenilen tarafın kadınlarını esir alıyor ve onlara sahip oluyorlardı. Fakat bu durumdaki annelerin çocukları, hayatları boyunca hep utanç içinde yaşıyorlardı.
Zina gerçeği toplumun bütün katmanlarında yaygın ve egemendi. Bu noktada, bu tür bir rezaletin ağına düşmeyecek kadar onurlu ve haysiyetli birkaç kadın ve erkek dışında herhangi bir kesimi veya sınıfı bundan istisna etmek mümkün değildi. Bu konuda hür kadınlar, cariyelerden daha iyi durumdaydı. En büyük sorun cariyelerdi. Ancak görünen o ki cahiliye insanının büyük bir kesimi, böyle bir çirkinlikle anılmaktan utanç duymuyordu. Ebû Davud’un Amr b. Şuayb’dan, onun da babası yoluyla dede sinden rivayet ettiğine göre, dedesi dedi ki: Bir adam (Allah Rasûlü’nün huzurunda) kalkıp “Ey Allah’ın Rasûlü! Filanca benim oğlumdur. Cahiliye döneminde ben onun annesiyle zina etmiştim” dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de bunun üzerine “İslâm’da nesep iddiası yoktur. Cahiliye dönemi ile ilgili hükümler yürürlükten kalkmıştır. Çocuk, yatağında doğduğu kimseye aittir. Zina eden için de mahrumiyet vardır” buyurdu.”
Öte yandan babalar, çocuklarına karşı birbirinden farklı tutumlar sergiliyorlardı. İçlerinde;
“Kuşkusuz aramızda çocuklarımız,
Yeryüzünde dolaşan ciğerparelerimizdir”
diyenler olduğu gibi; kimileri de masrafların artabileceği ve utanç ve riciişler yapabilecekleri endişesiyle kız çocuklarını diri diri gömüyor ve yavrularını fakirlik korkusu ve geçim kaygısıyla öldürüyorlardı. Konuyla ilgili ayetler şöyledir:
“De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, anne-babaya iyilik edin, fakirlik kor kusuyla çocuklarınızı öldürmeyin -sizin de onların da rızkını biz veririz-; kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allah’ın yasakladı ğı cana haksız yere kıymayın! İşte bunlar Allah’ın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız. “
“Onlardan birine kız müjdelendiği zaman öfkesinden yüzü kapkara kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. Onu, aşağılık duygusu içinde yanında mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün! Bakın ki, verdikleri hüküm ne kadar kötüdür!
“Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz, onların da sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur.”
“Diri diri toprağa gömülen kıza ‘Hangi günah sebebiyle öldürüldü?’ diye sorulduğunda!
O dönemde kişinin, erkek kardeşi, amca çocukları ve aşiretiyle olan ilişkisi son derece sağlam ve güçlü olmasına rağmen şeref ve üstünlük yarışı, çoğu zaman tek bir babanın soyundan gelen kabileler arasında bile savaşlara yol açabiliyordu. Nitekim Evs ile Hazrec, Abs ile Zübyan, Bekr ile Tağlip ve daha başkaları arasında böyle bir durumu görmekteyiz.
Farklı kabileler arasındaki ilişkiler ise tamamen kopmuş durumdaydı. Bütün güç ve enerjilerini savaşlarda harcıyorlardı. Sadece din ile hurafe karışımı birtakım ortak gelenek ve göreneklere karşı duyulan korku ve saygı, bu savaşların şiddet ve sertliğini azalıp hafifletebiliyordu. Bazen de dostluk, antlaşma ve bağlılıklar farklı kabilelerin birbirlerine yakınlaşmasını sağlıyordu. Haram aylar da onlar için bir rahmet ve hayatlarını sürdürüp geçimliklerini temin edebilmelerine yardımcı olan bir fırsat sayılıyordu.
Kısacası sosyal yapı, son derece zayıf ve karanlıklara gömülmüş durumdaydı. Cehalet, toplumda kök salmış; hurafeler ciddi anlamda yerleşmişti. İnsanlar, hayvanlar gibi yaşıyorlardı. Kadınlar alınıp satılıyor, bazen de cansız varlıklar gibi muamele görüyorlardı. Toplumsal ilişkiler hayli zayıflamış ve dağılmış vaziyetteydi. Mevcut yönetimlerin tek kaygısı da hazinelerini, halkından aldıklarıyla doldurmak veya taraftarlarını savaşa sürüklemekti.
Ekonomik durum da toplumsal durumun devamı niteliğindeydi. Arap ların geçim kaynaklarına baktığımızda bu tabloyu daha açık bir biçimde görürüz. Ticaret, hayatın temel ihtiyaçlarını karşılayabilmenin en büyük aracıydı. Ticarî yolculuklar ise ancak güven ve barışın egemen olmasıyla mümkündü. Ne var ki Arap Yarımadası’nda Haram aylar dışında böyle bir güven ortamı yoktu. Söz konusu aylarda, Ukâz, Zü’l-Mecâz ve Mecenne gibi Arapların ünlü panayırları kurulurdu.
Meslek ve zanaat açısından da diğer toplumların çok gerisindeydiler. Yemen, Hire ve Şam’ın yüksek kesimlerindeki Arapların çoğu dokumacılık, dericilik ve benzeri mesleklerle uğraşırdı. Evet, Yarımada’nın iç bölgelerinde biraz tarım ve hayvancılık da yapılıyor; Arap kadınların tamamı ip ve yün eğirmeciliği ile meşgul oluyorlardı. Fakat bütün mallar savaşlar için seferber ediliyordu. Toplumun büyük bir kesimi açlık, fakirlik ve sefalet içinde yaşıyordu.
Bunların yanı sıra Araplar, başka toplumlarda pek bulunmayan cömertlik, sözünde durma, şeref, haysiyet, zorluklara yılmadan katlanma, küçük düşürülmeyi ve zulmü kabullenmeme, yumuşak huyluluk, sabır, ağır başlılık, doğruluk ve güvenilirlik, yerleşik hayatın pisliklerinden ve bu hayatı seçen insanların sahtekârlık, yalan ve hainliklerinden uzak durma gibi birtakım ahlâkî faziletlere de sahiptiler. Ne var ki bu meziyetleri kullanabilecekleri doğru yöntemlerin ve yüce ideallerin ne olduğunu bilmiyorlardı.
Sonuç olarak Araplar, putlara tapan, hurafelere sıkı sıkıya bağlı olan, kuruntu ve hayallere dalmış, zulüm ve haksızlığın pençesinde inleyen, bir birleriyle çekişme ve savaş hâlinde dağılıp yok olmuş: ölü eti yiyen, içki içen, çirkin işler yapıp akrabalık bağlarını koparan, komşulara kötülük eden; güçlünün zayıfı yediği, sosyal dram ve çözülmelerin egemen olduğu bir toplum hâline gelmişti. Birtakım ahlâkî meziyetlerine rağmen mutluluk ve kurtuluş yolunun da ne olduğunu bilmiyorlardı. Bu bakımdan onları, ellerinden tutup bu yola götürecek birine şiddetle ihtiyaçları vardı. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ, onları karanlıklardan nura çıkarmak, dünyevî ve uhrevî huzursuzluktan kurtarıp gerçek mutluluğa eriştirmek için Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i göndermiştir. Allah Rasûlü, bu görevini hakkıyla yerine getirerek tarihin eğrilen çizgisini düzeltmiş ve hayatın akışını değiştirmiştir. Bundan sonraki sayfalarda anlatılacak olanlar, Hz. Peygamber’in bu uğur da gösterdiği gayretlerin, karşılaştığı çile ve sıkıntıların ve ulaşmış olduğu hayırlı ve üstün neticelerin sadece küçültülmüş bir görüntüsüdür. Muvaffakiyetim yalnızca Allah’ın yardımıyla mümkündür. O bana yeter, O ne güzel vekildir.
BENZER KONULAR:
- İslam nezaketli davranışlara nasıl vesile olmaktadır?
- İslam nedir, İslam’ın Şartları Nelerdir?
- İslam ne demektir sözlük ve terim anlamı
- İslam nedir ?
- İslam neden Müslümanlardan kurban kesmelerini ister?
- Tümünü görüntüle.
- İslam dininin inanç esaslarını konu edinen ilim dalı nedir
- İslâm Dininin Engellilere Sağladığı Kolaylıklar
- İslam dininin iman esasları ne ile ifade edilir?
- İslam dininde akıl sağlığı sorumluluk
- Islam dininde hurafeler nelerdir?
- Tümünü görüntüle.
- islam’a göre giyim kuşam adabı
- islam’ın ilk yıllarında çekilen sıkıntılar
- islam yüce Allah’a teslim olmaktır
- islamda komşuluk hukuku
- Çocuğu Kur’ân-ı Kerîm’i Hatmeden Bir Babanın, Çocuğunun Hocasına ve Arkadaşlarına Ziyafet Vermesinin İslâm’da Yeri Var midir?
- Tümünü görüntüle.
Answer ( 1 )
Please briefly explain why you feel this answer should be reported.
İslamiyet Öncesi Dünya ve Dinler
İslamiyet’in doğuşundan önceki dünya, sosyal, ekonomik, siyasi ve dini açıdan oldukça karmaşık bir yapıya sahipti. Farklı coğrafyalarda farklı kültürler, inanç sistemleri ve sosyal düzenler hüküm sürmekteydi. Bu dönem, özellikle Arap Yarımadası ve çevresindeki bölgelerde önemli dini ve toplumsal özellikler taşımaktaydı.
1. Arap Yarımadası ve Cahiliye Dönemi
İslamiyet’in ortaya çıktığı Arap Yarımadası’nda din, toplum yapısının önemli bir unsuru olarak karşımıza çıkar. Bu dönem, “Cahiliye Dönemi” olarak adlandırılır ve genellikle şu özelliklerle tanımlanır:
a) Toplumsal Yapı
b) Ekonomik Durum
c) Dinî İnançlar
2. Dünya Genelinde Dinler
a) Hindistan ve Doğu Asya
b) Avrupa ve Roma İmparatorluğu
c) Pers İmparatorluğu ve Mecusilik
Pers İmparatorluğu’nda Zerdüşt inancı yaygındı. Bu inanç sisteminde Ahura Mazda (iyi) ve Angra Mainyu (kötü) arasındaki mücadele vurgulanırdı. Ateş tapınakları, bu dinin ibadet yerleriydi.
d) Afrika
Afrika’da yerel kabile dinleri ve animizm (doğadaki ruhlara tapınma) yaygındı. Bunun yanında Etiyopya’da Hristiyanlık, Kuzey Afrika’da ise Roma etkisiyle Hristiyanlık ve Yahudilik etkiliydi.
3. İslamiyet Öncesi Sosyal ve Dini Problemler
4. İslamiyet’in Doğuşuna Zemin Hazırlayan Unsurlar
İslamiyet, bu karmaşık yapının çözümü olarak ortaya çıkmıştır. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) tebliği, sosyal adalet, eşitlik ve tek tanrılı inancı ön plana çıkararak, toplumların sorunlarına çözüm sunmuştur.
Sonuç
İslamiyet öncesi dünya, çok çeşitli inanç ve kültürlerle doluydu. Ancak bu dönemdeki sosyal adaletsizlik, ahlaki çöküş ve dini yozlaşma, İslamiyet’in evrensel değerleriyle çözüm sunduğu temel sorunlar olmuştur. İslam, yalnızca Arap Yarımadası’nda değil, kısa sürede Asya, Afrika ve Avrupa’da da hızla yayılarak tüm insanlığa hitap eden bir din hâline gelmiştir.