Paylaş
İslam’da Adalet ve Örnekleri
BildirQuestion
Please briefly explain why you feel this question should be reported.
ADALET
İslam medeniyetinde adalet anlayışı
Hz. Peygamber’in taşıdığı ahlaki misyonun en önemli görevlerinden biri adaletin yerleştirilmesi ve yaygınlaştırılması idi. Adalet, cahiliye toplumunun bilmediği bir kav ram değildi. Ancak, kabile yapısı egemen olduğu için, adaletin değeri ve uygulamaya taşınması, genelde bir kabilenin kendi içiyle sınırlı kalmak taydı. Dolayısıyla da, henüz bütün kabileler için geçerli müşterek bir ahla ki değer olarak kabul edilmiyordu. “ister zalim olsun isterse mazlum, her hâlükârda kardeşine yardım et!” sözü, kabileler arası ilişkiler bağlamında tam da bu gerçeği ifade etmekteydi. Diğer taraftan, adalet bir kabilenin kendi içinde de herkes için aynı anlamı ifade eden ve uygulamaya aynı şekilde yansıtılan bir kavram olmaktan uzaktı. Çünkü Câhiliye döneminin kabile esasına dayalı toplumsal yapısı içerisinde bilhassa kozmopolitles menin uç vermeye başladığı şehirlerde en azından insan olarak herkesin eşit olarak kabul edildiği bir anlayış mevcut değildi. Servet, ailece kalabalik olma, ayrıca atalardan tevarüs edilen şanlı geçmiş (mecd), hem övünç hem de üstünlük kaynağıydı. Buna mukabil, söz konusu yapıda zayıfların, güçsüzlerin, soyca ünlü olmayan ailelerden gelenlerin, esirlerin kabileler de nesilden nesile aktarılan şan ve şerefte payları bulunmamaktaydı. Ör neğin, ‘mevali’ olarak bilinen azadlıların, hür de olsalar, asla kabilenin asil üyeleriyle aynı haklara sahip olmaları mümkün değildi. Hatta onlar, kabileye dışarıdan katıldıkları için lüzumsuz bir yük olarak telakki edilmekteydiler.
ÖRNEK
Nitekim, şair Esmâ bint. Mervân’ın beyitlerinde, Evs ve Hazrec’le antlaşma yaparak Medine’ye gelen Müslümanlar bu şekilde nitelenmekte ve buna sebep oldukları için adı geçen iki kabile yerilmektedir. Bu anlayışın sonucu olarak Câhiliye döneminde Medine’ye sonradan gelip yer leşen mevaliden biri, yerli kabilelere mensup biri tarafından öldürülürse, kısas uygulanmaz, diyet ödemek yeterli sayılırdı. Yalnız bu eşitsizlik hâli sadece Arap kabilelere has bir durum olmayıp, Yahudi kabileleri arasında da görülmekteydi. Sözgelimi öldürme ve yaralama suçları nedeniyle diyet ödenmesi gerektiğinde, Nadir veya Kaynukaoğulları’ndan öldürülen birisi için tam diyet ödenirken Kurayzaoğulları’ndan öldürülen kişi için ödenen diyet bunun yarısı idi.
Kısaca ifade etmek gerekirse, bu toplumsal yapı, merkezinde adalet olmadığı yahut var ise de anlamını yitirdiği için, bir yanda güçlüler diğer yanda mağdurlar üretmekteydi. Harp esirleri, mevali, yoksullar, yetimler ve kadınlar bu yapının ortaya çıkardığı mağdurlar kesimini teşkil etmek teydi. Gençlik yıllarında Hz. Peygamber’in de içinde yer aldığı hilfü’l-fudul, işte böyle bir yapı içinde mağdurların hakkını müdafaa ederek, adaletin teminine yardımcı olmak üzere teşekkül etmiş; ancak, sorunun büyüklüğü karşısında kapsamlı bir islahat gerçekleştirmede yetersiz kalmıştır.
Adalet gibi toplumsal düzenin sağlanmasında kilit taşı rolüne sahip bir kavramın, Câhiliyede bu denli ihmal edilmiş veya muhtevasının tahrife uğramış olması nedeniyledir ki, Kur’ân’da Mekke döneminin başlarından itibaren bu kavrama sıklıkla vurgu yapılmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’de Islâm toplumunun bir niteliği olarak geçen “vasat ümmet” tâbirindeki vasat kelimesi bütün müfessirlerce “Adalet” mânasında anlaşılmıştır. Buna göre İslâm ahlâkı içtimaî bünyede de aşırılıklardan uzaklığı, dengeli ve uyumlu bir hayat tarzını ön görmüş. tür. Kur’ân-ı Kerîm’de adalet sıfatından yoksun kişi dilsiz, âciz ve hiçbir işe yaramayan birine benzetilerek böyle birinin, adalet faziletini kazan mış, dolayısıyla doğru yolu bulmuş olanla bir tutulamayacağı bildirilmiş, böylece adaletin bir kemal sıfatı olduğuna işaret edilmiştir. İnsanın Allah nezdinde en üstün değer ölçüsü olan takva erdemine nail olabilmesi için âdil olması9 ve adaletli söz söylemesi gerekir. Esasen doğrulukla (sidk) birlikte adalet (adl) de ilâhî kelâmın birer niteliğidir.
Bir çok ayetten anlaşıldığına göre adaletin ölçüsü yahut dayanağı hakkaniyettir. Hidayete hak sayesinde ulaşılabileceği gibi adalet de hakka uymakla sağlanır. Hak, objektif bir kavram ve sabit bir kanun ilkesidir. Bir hak konusunda hüküm verilirken, hakkın kendi lehine hükmedilmesi halinde bundan memnun olan, fakat aleyhine hükmedilmesi durumunda bu hükmü tanımayan insanlar için “İşte bunlar zalimlerdir” denilmiştir. Binaenaleyh şahsî menfaat temini, akrabalık, düşmanlık gibi hissi durum lar, taraflardan birinin soylu veya aşağı tabakadan olması, bedeni veya ruhi bakımdan kusurlu bulunması gibi ahlâk kanununu ilgilendirmeyen sebepler bir hakkın ihlâlini, örtbas edilmesini ve sonuç olarak adalet ilke sinden sapmayı mazur gösteremez.
Hz. Peygamber de, adalete dair bu vurguları dikkate alarak, fakirlik karşısında zenginliğin, mevaliden olma karşısında Arap olmanın, zayıflık karşısında güçlülüğün bir imtiyaz sağlamadığı, adaletin merkeze oturdu ğu bir toplumsal yapı inşa etmenin gayreti içinde olmuştur. Buna bağlı olarak da, “İslâm dini içinde aristokrat bir kurumsallaşmanın oluşumunu engellemiştir.” Bu yeni yapıda adalet kapsamında gerçekleşen devrim niteliğindeki yeniliklerden biri, hukukun üstünlüğü ve herkesin kanun karşısında eşitliği bilincinin yerleştirilmesidir. Bunun en çarpıcı örneği, Hz. Peygamber’in, hırsızlık yapan bir kadının soylu bir aileye mensup olduğu için affedilmesine dair talepleri, sert bir üslûpla geri çevirerek, kadının cezasını infaz etmesidir. Hz. Peygamber’in bu olayla ilgili olarak Müslümanları toplayarak onlara, geçmiş toplumlarda itibarlı/soylu kim seler suç işlediğinde onların cezalandırılmadığını, buna karşılık güçsüz insanlar suç işlediginde derhâl cezasının infaz edildiğini, böylece adalete riayet edilmediğini, bunun da sonuçta o toplumların yıkılmasına sebep olduğunu hatırlatmasi son derece önemlidir. Hz. Peygamber, hukuk önünde eşitliği, Müslümanlar kadar gayrimüs timler için de savunmaktaydi. Nitekim onun, Kurayzaoğulları’nın diyet miktarını, diğer Yahudi kabilelerininkiyle eşitledigini daha önce belirtmiştik,
Hz. Peygamber’in adalet alanında uygulamaya koyduğu en önemli ye niliklerden bir diğeri, ‘suçun şahsiliği’ anlayışı idi. Câhiliye döneminde bir suç işlendiğinde, suçu işleyen kadar onun yakınlarının, hatta bütün kabilesinin sorumlu tutulduğu ve bunun da sonuçta toplumsal yapıda kin, nefret ve bölünmeyi artırdığını göz önüne getirirsek, “suçtan yalnızca suçluyu sorumlu tutan” yeni anlayışın ne tür bir yenilik içerdiğini takdir etmek daha kolay olur.
Adaletten söz ederken dikkat çekmek istediğimiz bir diğer husus ise, Mekke döneminde Kur’an’da birer tavsiye ve ikaz şeklinde yer alan adam Oldürmeme, zinaya yaklaşmama, hırsızlık yapmama, sadaka verme gibi bazı ahlaki kuralların, Medine döneminde hukuki kurallara dönüştürül müş olmasıdır. Böylece ahlaki kurallar, yalnızca söylenip geçilen nasihatler olmaktan çıkarılarak hayatın tanziminde daha etkin hâle getirilmiştir.
Bütün bunlara bakarak M. Rodinson, İslâm ve Peygamber hakkındaki bazı temel önyargılarına rağmen, onun hukuk alanındaki ıslahâtını, gele- neklerin ve kamuoyunun baskısıyla yürütülen eski adetler okyanusunun ortasında, gerçek bir hukuk anlayışının unsurları sayılabilecek, açıkça herkes için geçerli birtakım hükümler olarak nitelemekten kendisini alamamaktadır.
Hz. Peygamber, adalet/hukuk alanında bu yenilikleri ikame ederken, takip ettiği sosyal siyaset çerçevesinde sosyal adaletin sağlanması için de yoğun bir gayret sarf etmiştir. Kur’ân’da Câhiliye sisteminin mağdur ettiği kitleleri (yetimler, yoksullar, borçlular, darda kalanlar, köleler) korumak için yapılan ahlaki tavsiyeler, Medine döneminde devletin uygulamaya yansıtması gereken temel görevleri haline getirilmiştir. Nitekim beytülmalde toplanan gelirlerin önemli bir bölümü, zekat, feyl ve humuslal ilgili âyetlerde açıkça belirtildiği üzere, söz konusu mağdur kesimlere ak tarılmıştır. Hz. Peygamber, Arap yarımadasının değişik bölgelerinde Müslūman olan kabilelere gönderdiği mektuplarda, onlardan iki görevi özel likle ve öncelikle yerine getirmelerini istiyordu: Bunlardan biri namazın kılınması, diğeri ise zekâtın ödenmesiydi. Kabilelerden toplanan zekât gelirleri, yine öncelikle o kabilelerin kendi muhtaçlarına ödenmekte, şayet artan miktar olursa, bu da muhtaçların bulunduğu başka bölgelere veya doğrudan Medine’deki beytülmâle gönderilmekteydi. Diğer taraftan alın teri akıtılmadan elde edilen ve borçluların ezilerek yoksullaşmasına, dolayısıyla da toplumda yoksulluğun artmasına sebep olan tefecilik, tedri cî bir şekilde kaldırılmıştır. Ticari emtianın pahalılaşması ve bu suretle yüksek kâr elde edilmesi amacıyla stoklanıp piyasaya arz edilmemesi an lamına gelen ihtikär, yasaklanmıştır.
Hz. Peygamber, beytülmale, dolayısıyla da kamuya ait malların yerli yerinde kullanılmasını sağlayarak, akraba, eş dost veya nüfuz sahibi kişi ler tarafından istismar edilmesine müsaade etmemiştir. Onun kamu malı hükmünde olduğu için henüz taksimi yapılmamış ganimetlere dokunul maması hususunda Müslümanları sıklıkla uyardığını, bu şekildeki bir ganimet malından israrla beğendiği bir kılıcı almak isteyen bir Müslümanı “paylaşılmadığı müddetçe bu ne sana aittir, ne de bana” diyerek geri çe virdiğini, torunlarından birinin zekât olarak beytülmâle getirilen hur malardan tek bir taneyi bile yemesine mâni olduğunu, zekât memur larından birinin kaynağı belli olmayan bir mala sahip olduğunu görünce onu sorguladığını, zekât mallarını hiç bekletmeden ihtiyaç sahiplerine dağıttığını gösteren rivayetlerin sayısı az değildir.
Bütün bunlarla birlikte, çok ender de olsa, Hz. Peygamber’i “âdil dayranmamak”la suçlayanlar da olmuştur. Nitekim, Huneyn savaşı sonrasın da ganimetleri dağıtırken, başta Kureyş olmak üzere bazı kabilelerin önde gelen isimlerinden İslâm dinine girmeyi kabul ederek bey’at etmiş olanla rin bir kısmına yüzer deve, diğer bir kısmına ise bunun biraz altında gani met vermesi, ganimetten üç-dört deve alan bazı kişiler ile hiç pay almayan Ensar’ın gençleri arasında rahatsızlığa neden olmuş, dahası bu uygulama, Temim kabilesinin ileri gelenlerinden Zu’l-Huveysira isimli şahsı, Hz. Pey gamber’in yüzüne karşı “Seni adaletli görmedim” demeye sevk etmiştir.
Yalnızca dağıtım şekline bakıldığında, ilk ânda Hz. Peygamber’in bu uygulamasının adalet kavramının muhtevasıyla tam olarak örtüşmediği söylenebilirse de bu konuda hüküm verirken, Hz. Peygamber’in söz ko nusu dağıtımı, ganimetlerden devletin hakkı olarak ayırdığı beşte birlik kısımdan (humus) yaptığını unutmamalıyız. Bir başka deyişle, savaşa ka tilan askerlere, hakları olan ganimetin beşte dörtlük kısmı eşit olarak bölüştürüldükten sonra 8/Enfâl suresinin 41. ayeti uyarınca devletin hakkı olarak ayrılan beşte birlik kısımda itiraza neden olan dağıtım gerçekleştirilmiştir. Binaenaleyh Hz. Peygamber burada, askerlere ait hisse üzerinde değil, devlet başkanı olarak nasıl kullanılacağı kendi takdirinde olan hisse üzerinde tasarrufta bulunmuştur. Böyle davranırken de İslâm’ın intişarı bağlamında elde ettiği mevzileri pekiştirmek ve önüne yeni engeller dikilmesini önlemek amacıyla mevcut şartların sunduğu imkânı iyi değer lendirmek isteyen bir devlet adamı hassasiyetiyle hareket ettiği anlaşıl maktadır. Herhâlde o, gayet iyi biliyordu ki, henüz yeni İslâm dinine girmiş olan söz konusu kişilerin, dolayısıyla da onların kabilelerinin Müslümanliklari son derece yüzeysel dolayısıyla da İslâm ile olan bağları henüz çok zayıftı. Üstelik Hz. Peygamber’e yaptıkları bey’ati de henüz tam hazmede bilmiş değillerdi. Dolayısıyla, onların en azından bey’atlerinin sağlamlaş- ması için gururlarını okşayan ilave bir tedbirin alınması icap ediyordu ki, Hz. Peygamber’in de basiretli bir yönetici olarak yaptığı bundan başkası değildi. Ancak, bazı kişiler, özellikle de Ensar’ın gençleri başlangıçta Hz. Peygamber’in bu tasarrufunun asıl hedefini anlayamamışlar, dağıtımın yalnızca şekline bakarak, onun kendi kabilesinden insanlara duyduğu muhabbet nedeniyle böyle davrandığını düşünüp tepki göstermişlerdi. Sonunda Hz. Peygamber, Ensar’ın yüksek ahlakını ve bu ahlakın para ile ölçülemeyeceğini, kendi yerinin Ensar’ın yanı olduğunu belirttikten son ra, asil maksadının söz konusu kişilerin ve onların kabilelerinin İslâm’a ve Müslümanlara yakınlaşmalarını sağlamak olduğunu söyleyince itiraz sahipleri meselenin aslını ve gösterdikleri tepkinin yersizliğini anlamakta gecikmediler.
Hz. Peygamber’in kendisine karşı sergilenen bu kaba itiraza rağmen sabır, teennî ve basiretle hareket etmesi, şüphesiz onun ümmetine olan düşkünlüğünün ve Allah’ın onun gönlüne yerleştirdiği derin merhametin doğal bir neticesiydi. Aşağıdaki satırlarda genel anlamda işte bu merha met üzerinde durulacaktır.
İslam medeniyet tarihi
Cevapla