İslamiyetin kültür ve medeniyete katkıları nelerdir?

Bildir
Question

Please briefly explain why you feel this question should be reported.

Bildir
İptal

İslamın/Müslümanların Medeniyeti’nin Bilime Katkıları

Islamiyetin kultur ve medeniyete katkilari nelerdir

MÜSLÜMANLARIN MEDENİYETLERE KATKILARI

A. TARİH BOYUNCA MÜSLÜMANLARIN İLMİ KATKILARI

Şüphesiz ilk Müslümanların bilgi ve ilim alanındaki hareketleri, sadece inançlarından kaynaklanıyordu. Yüce Allah şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Size ‘Meclislerde yer açın’ denilince yer açın ki Allah da size genişlik versin. Size ‘Kalkın’ denilince de kalkın ki Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. ” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur: “Her kim ilim öğrenmek için yola çıkarsa, o, dönünceye kadar Allah yolundadır.” Böylece ilim öğrenme makamı, derece ve karşılık açısından -Aziz ve yüce olanAllah’ın dinini yüceltmek için çalışan mücahitlerin safından sayılıyor. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ilim öğrenmek isteyenin tuttuğu yolun cennete götüren bir yol olduğunu ifade eder: “Her kim ilim elde etmek için bir yola girerse, Allah ona cennete ulaştıran yolu kolaylaştırır.”

Kur’an, dünya ilmi ile din ilmini birbirinden ayırmaz. Aksine, her ikisinin de öğrenilmesini, tabiat bilimlerinin tek bir âyette toplanmasını tavsiye eder ve buna teşvik eder. Böylece ilim, Allah korkusuna ve Allah’ı tanımaya neden olan bir yol olur. Bu, şu âyetle ifade edilir:
Görmedin mi, Allah, gökten yağmur indirdi de bu sayede yeryüzü yeşeriyor.”

Bu âyette, havaya, gök cisimlerine ve gökyüzünün yeryüzü ile olan ilişkisine işaret vardır. Ardından Allah şöyle buyurur: “Onunla renkleri çeşit çeşit meyveler çıkardık. “23 Bu âyette de, bitkilerin ilginçliklerine, şaşırtıcı yönlerine ve kimyalarını öğrenmeye işaret vardır. Sonra Allah şöyle buyurur: “Dağlardan (geçen) beyaz, kırmızı, değişik renklerde ve simsiyah yollar (yaptık). ” Bu âyette de, jeoloji ilmine, yeryüzünün katmanlarına, rollerine ve izlediği hareketlere bir işaret vardır. Ardından Allah şöyle buyurur: “İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var.” Bu âyette de, insan, böcekler ve hayvanlardan oluşan bölümleriyle biyoloji ilmine işaret vardır. Bu âyetlerin tabiat ilimlerinden birini dışarıda bıraktığını görüyor musun? Sonra Allah şöyle buyurur: “Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar, ” Allah’ın, bu şaşırtıcı ifadelerde, insanlara tabiatı öğrenmelerini emrettiğini, bunu bilen insanları, kendisini tanıyan ve kendisinden korkan insanlardan kabul ettiğini görmüyor musun?

Bu anlamın dışına çıkmak zorunda değiliz. Şüphesiz şu an bahsettiğimiz ilmî gerçek, ilk Müslüman âlimlerin, ilmi yüceltme, keşifler, araştırmalar ve buluşlar konusunda aldıkları sorumluluğun boyutlarını bize açıklamaktadır.

1. Bağlılık ve Taklit Bilgisi Değil, Araştırma Bilgisi

Müslümanların, dünyevî ilimler alanındaki ilk ciddi açılımları, Abbasiler devrinde idi. Bu açılımlar, önceki medeniyetlerin kültürünü tercüme yoluyla başladı. Bu yolda büyük paralar harcadılar. Örneğin Yunanlı hekim Hipokrat’ın kitabı, Aristo’nun Çözümlemeler adlı kitabı, Calinus’un (Galen) Anatomi kitabı, Batlamyus’un Optik ve Denge kitapları, Arşimed’in hidrolik saat ve dönen cisimler konusundaki kitapları tercüme edilmiştir. Müslüman ilim adamları, yok olmak üzere olan
önceki milletlerin kültürlerini muazzam bir şekilde canlandırdı. Hatta onlar kaybolan kitapların asıllarını araştırıyordu. İnsanlar, bu kitapları bulmaktan ümitlerini kesmişlerdi. “Biruni, kırk yıldan daha uzun bir süre, Mani’nin ‘Sifru’l-Esrar’ adlı kitabının bir nüshasını bulmak için uğraştı. Nihayet bu kitabın bir nüshasını bulmayı başardı.”

‘Batı’nın Üzerine Doğan Güneş’ Adlı Kitabın Yazarı Singrid Hunke diyor ki:

“Avrupa, sadece Araplar sayesinde eski dünyanın kültürünü öğrenmişti. Yunan el yazmalarının Arapça’ya tercümesiyle, bu eserlerin üzerine Arapların şerhler yazması sonunda, Araplar kitaplar telif etmeye başladılar. Bütün bunlar, Germen akılcı reformundaki güçlü etkenlerdi…”

Me’mun, Bağdat’ta, ‘Beytu’l-Hikme’ adını verdiği bir bilim araştırma merkezi kurdu. Ümmetin çocukları burada çeşitli dilleri öğreniyorlardı. Hatta bu dillerden çeviriler yapıyorlardı. Bu medresede h. 243 yılında ölen, Nasturî mezhebine bağlı bir hekim olan, Süryanice ve Arapça ilmine vakıf Yahya b. Maseveyh’e dikkat etmek gerekir.

2. Gelişmeler ve İcatlar

Müslümanlar, ilk ilimleri hazmettiler, sonra bu ilimleri geliştirmeye ve araştırmaya çalıştılar. Onların ilmî gelişmeleri ve bu alanda önderliği mucizevi bir şekilde ele almaları hızlı oldu.

Singrid diyor ki: “…Şüphesiz çöl halkı, dünyadaki düşünce ve ilmî gelişme bayrağını taşıyordu. Çöl çocukları, yıldırım hızıyla, sekiz asırdan daha az olmayan bir süre herhangi bir mücadele ile karşılaşmadan bu bayrağı taşımaya başladılar.” Ardından şöyle diyor: “Araplar, düşünmeden kültür mirasını teslim almadılar. Aksine, onu aldılar ve yeni bir ahlâk ortaya koydular.”

Örnekler

a. İlimlerinde Deneysel Metodu İlk Kullananlar Müslümanlardır

Bu, eski bir metod değildi; buna önem de vermiyorlardı. En basit şeylerde ilmî tecrübelere güveniyorlardı. Sultan Adududdevle yeni bir hastane kurulmasını emrettiğinde, meşhur hekim Ebu Bekir er-Razî,
uygun ve sağlıklı olan yeri seçti. Ardından er-Razî, bazı köleleri çağırdı ve onlara bir parça et verdi. Kölelere, bu etleri Bağdat bölgesindeki çeşitli yerlere asmalarını emretti. Bir süre sonra, asılı etleri görmeye gitti. Etin hızlı bir şekilde değişmediği, bozulmadığı yeri seçti. Ardından hastane inşa edildi. Bu basit denemeyle, Ebu Bekir er-Razî’nin, hastanenin inşası için mikroplardan uzak, sıhhi bir yer seçtiğini görüyoruz.

Hasan b. Haysem, araştırma ve deneyler yoluyla, Batlamyus ve Öklid’in düşmüş olduğu hatayı buldu. Batlamyus ve Öklid, gözün ışın gönderdiğini, görmeye neden olan şeyin bu ışık olduğunu söylemişlerdi. Ancak doğru olan bunun tersiydi; çünkü göze ışın gönderen, görülen cisimlerdi. Kuşkusuz göz merceği bu ışınları kabul ediyor, eşyalar bununla görülüyordu. Çünkü İbni Heysem karanlık bir odada oturmuş, ancak bir şey görememişti. Ardından odadaki bazı şeyler üstüne ışıklar düşmüştü. Böylece, sadece üzerine ışık düşen şeyleri gördü. O halde, eğer göz ışın gönderen olsaydı, eşyaları karanlıkta görürdük. Ancak üzerlerine ışık düşüp, onlardan ışın yansımadıkça onları göremiyoruz. Hasan b. Haysem deneyini tamamladı ve bu konudaki kanunu çıkardı.

b. Sayıların Yazımı

Avrupa bu dönemde, sayıların yazımında, kullanışlı olmayan Roma metodunu kullanıyordu. Sayılar, birbirlerinin yanına konulan harflerle ifade edilirdi. Örneğin, 1825 yazmak istediğimizde Roma rakamları ile şu şekilde yazıyoruz: mdccc xx v. Çünkü M = 1000, D = 500, C+C+C = 100+100+100=300, x+x=10+10=20 ve V = 5’tir. Müslüman ilim adamları, bu metodu, halen onluk metod diye isimlendirdiğimiz modern onluk sistemle değiştirdiler. Bu metod, sayıların miktarını belirleyen sistemi düzenlemek için sıfır ile başlamayı gerektirir.

c. Astronomide

Gustave Le Bon şöyle diyor: “Buzcanî’nin dayandığı gözetleme aletleri son derece dikkatli tasarlanmıştı. Kuşkusuz o, yarıçapı 21 ayak uzunluğundaki bir dairenin dörtte biri ile eğimleri gözetliyordu. Bu, günümüzde de gök cisimlerini ölçmeyi kolaylaştıran bir metod idi.”

d. Coğrafya Alanında

Avrupa’nın, Şerif el-İdrisî’nin çizdiği dışında dünyanın şeklini gösteren bir kaynağı yoktu. Şerif el-İdrisî, dünya yuvarlağını andıran geniş, büyük bir küre yapmıştı. Bu küre, günümüzde Berlin müzesinde korunmaktadır. ‘Nüzhetu’l-Müştâk fi İhtiraki’l-Afak’ adlı kitabı, modern Avrupa dillerinin büyük bir kısmına çevrilmiştir.

e. Tıp Alanında

Müsteşrik Siryo diyor ki:

“Razî ve İbni Sina, uzun bir süre tıp kitaplarıyla Batı okulları üzerinde hâkim oldular. İbn Sina, Avrupa’da hekim olarak bilinirdi. Onun, batı dünyasındaki tıp okulları üzerinde yaklaşık altı asır süren kesin bir hâkimiyeti vardı. Beş bölümden oluşan ‘el-Kanun fi’t-Tib’ adlı kitabı Latinceye tercüme edildi, Fransa ve İtalya’daki üniversite eğitimlerinde kaynak gösterilmesi nedeniyle defalarca basıldı.

f. Eczacılık ve İlaç İlminde

İspanya, Fas, Mısır, Suriye ve Küçük Asya’yı dolaşan İbnu’l-Baytar bu alanda ön plana çıkmıştır. Eserlerinden bazıları, ‘el-Muğni fi’lEduiyeti’l-Müfrade’, ‘el-Câmi’ li Müfredati’l-Edviye ve’l-Eğziye’, bitkisel ilaç ve yiyeceğe ayrılmış 2330 bölümü barındıran ‘el-Mağrib’dir. Daha önce bilinmeyen ilaçların 300 özelliğini bulmuştur. Hatta Avrupa’da ‘bitki ilminin (Herbalizmin) babası’ olarak bilinir.
Şüphesiz Müslümanların bu dönemde medeniyete katkılarını gösteren deliller pek çoktur. Gustave Le Bon şöyle diyor: “Şüphesiz Batı’da ilk kez deney ve gözlem yapan, Bacon’du. Ancak bugün itiraf etmek gerekir ki, bütün bunlar sadece Arapların çalışmaları sonucunda ortaya çıkmıştır.”

Hunke diyor ki: “Yunanlı düşünürler, felsefe yoluyla bilinen açıklama ve çözümlemelerde bulunmaya çalıştılar. Kimya, teori, felsefe tabii olarak başladı… Araplara gelince; gözlem yolunu, sistemli hassas gözlemi ilk ortaya atanlar onlardır.” Sonra şöyle diyor: Şüphesiz Avrupa, Araplara ve Arap medeniyetine borçludur. Avrupa’nın ve diğer kıtaların boynundaki, Araplara ait borç yükü gerçekten büyüktür. Avrupa’nın bu olayı çok önceden itiraf etmesi gerekiyordu. Ancak dinî tutuculuk ve inançların farklılığı, gözlerimizi kör etti, üzerlerinde bir örtü bıraktı. Hatta okuduğumuz her yüz kitaptan doksan sekizinde Arapların üstünlüğüne dair bir işaret göremiyoruz. Bunlar, hâlen bize uygun bir ilim ve bilgi vermiyorlar.”

Kısaca, İslâm ümmetinin insanlık ilmine katkıda bulunmasının ilk nedeni, yüce Rablerini razı etme istekleri, insanlığa duydukları sevgi ve onları mutlu etme konusundaki arzuları idi. Zaman geçti, Müslümanlar dinlerinden uzaklaştılar. Bilimi, insanlığı yok etmek için sınırsız bir şekilde kullanan, Allah korkusuna dikkat etmeyen ve azabından korkmayan vahşi Batı medeniyetinin kuyrukları ve izleyicileri olarak onun ardında yer aldılar.

İşte, benzersiz İslâm âlimlerinin isimlerinden bazıları… Buradaki şaşırtıcı durumu göreceksin ki, o da, bu âlimlerden her birinin, birçok konu ve uzmanlık alanında öne çıktığıdır:

B. DERLEME, TOPLAMA (TEDVİN) VE MÜCTEHİD İMAMLARIN HAREKETİ

1.İslâm Hukukunun Altın Çağı

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, vefatından sonra bize Kur’an ve Sünnetteki hükümleri içeren metinlerden oluşan bir değerler sistemi bıraktı. Özellikle Kur’an, başlangıçta Rasûlullah’ın ve bazı sahabelerin evinde korunan özel sayfalardan oluştuğu için, bu temel değerler sistemi hakkında her Müslüman, bizzat kendisinin müracaat edip, hükümler çıkarabilmesi konusunda yetkin değildi. Sünnete gelince, çok az bir bölümü dışında, derlenmemişti.

Raşid Halifelerin yaptığı ve ümmetin üzerinde ittifak ettiği en önemli iş, yasama ve hüküm çıkarmada tam bir kaynak olması için, hassas bir ilmî metoda göre Kur’an’ı cem’ etmeleri idi.

Yasamanın ikinci kaynağı Sünnete gelince, tamamı derlenemedi. Sünnet de dağılmıştı, güvenilir kimselerin naklettiği kalplerde koruma altında idi. Ancak Sünnetin derlenmesi, ikinci yüzyılın ortalarına kadar gecikti. Hz. Peygamber’in sünnetini toplama ve derleme hareketi ortaya çıktığında, bu yüzyılda bazı kimseler bu konuda öncü oldu: İbni Şihab ez-Zühri (h. 124), İbni Cüreyc el-Mekki (h. 150), İbni İshak (h. 151), Süfyan-ı Sevri (h. 161), Malik b. Enes (h. 179), İbni Mübarek (h. 181); sonra diğerleri onları izledi.

Sonra Allah, yüce gönüllülükle, büyük çalışmalarıyla, güçlü sabırlarıyla, güçlü bellekleri ve ezberleriyle ön plana çıkan bir grup ilim öğrencisinin, binlerce hadisi toplamasını nasip etti. Onların bu yolculuklarına, diğer ülkelerden de katılanlar oldu. Hadisleri toplamak için yanıp tutuşuyorlardı. Hatta hadis toplama gayreti, onlarla arzuları arasına girdi. Çeşitli rivayetler ve sahih senedleri araştırmak için ülkeleri bir baştan bir başa kat etmeye, ufuklara doğru ilerlemeye başladılar. Tarihte ilme olan sevgileri konusunda hiçbir millette görülmeyen bir sevdaları ve tutkunlukları vardı. Ülkeleri gezen ve İslâm dünyasının dört bir yanında yolculuk yapan muhaddislerle ilgili anlatılanlar buna delildir.

‘Sahih’ sahibi Buharî’nin, ilmî yolculuğuna henüz on dört yaşında iken başladığı anlatılır. Buhara ve Mısır arasındaki İslâm ülkelerini gezmişti.

Ebu Hatim er-Razî’nin (h. 277) şöyle dediği rivayet edilir: “İlk yaptığım yolculuk yedi sene sürdü. Yaya olarak, bin fersahtan daha fazla yol yürümüştüm. Sonra hesaplamayı bıraktım ve Bahreyn’den Mısır’a gittim. Ardından Ramle’ye yürüyerek geldim. Daha sonra Tarsus’a gittiğimde yirmi yaşındaydım.

Endülüslü muhaddis İbni Hibban (h. 305), Endülüs, Irak, Hicaz ve Yemen’deki âlimlerden hadis rivayet etmiş, aynı şekilde Tanca’dan Mısır’a Afrika kıtasını kat etmiş, Kızıldeniz’i geçmişti.

Bu samimi kimselerin çalışmaları, hadisleri toplamak ve derlemekle sınırlanamaz. Aksine, onların ilgileri, her hadis râvisinin hayatını ve tarihini araştırmak olarak tanımlanan hadis ricalini öğrenme ve hadisin sıhhat derecesini bilmeye yardım eden hadis ilmiyle ilişkili bütün araştırmaları kapsıyordu. Bu ilim, ıstılahta cerh ve ta’dil ilmi diye isimlendirilmiştir. Şüphesiz bu ilim, hiçbir ümmetin paylaşamadığı, ümmetimizin iftihar kaynaklarından biridir.

Dr. Sprenger, İbn Hacer’den tercüme ettiği el-İsabe fi Temyizi’sSahabe adlı eserin İngilizce önsözünde şöyle diyor:
“Şu ana kadar dünya üzerinde, tarihte hiçbir millet, Müslümanların dışında beş yüz bin kişinin biyografisini bilmemizi sağlayan ‘rical’ ilmini ortaya koyamamıştır.”

Alimler hiçbir şeyden çekinmeden, kimseden korkmadan bu ilmi elde ediyorlardı. Durumunu gözler önüne seren Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem hadisiyle ilişkisine göre bir kimseyi zayıf ya da güvenilir, yalancı ya da sika olarak niteleyebiliyor; ezberini de sağlam ya da zayıf olarak görüyorlardı. Ahlâkına bakıyorlardı. Böylece, hadisin sahihliğini güvence altında tutuyorlardı.

Böylelikle hadis derleme, bu ümmete bir yardım konusu oldu. Hatta Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem sahih hadislerini toplayan kitaplar yazıldı. Bu konuda başlangıcı, âlimlerin ittifak ettiği yedi kitap oluşturdu:

1-Buhari’nin Câmiu’s-Sahih’i,

2-Müslim’in Câmiu’s-Sahih’i,

3-İmam Malik’in Muvatta’ı,

4-Tirmizî’nin Câmi’i,

5-Ebu Davud es-Sicistânî’nin Sünen’i,

6-Nesâî’nin Sünen’i,

7-İbni Mâce’nin Sünen’i.

Şüphesiz sıhhat ve kabul açısından bu kitapların en öne çıkanı, Muhammed b. İsmail b. İbrahim el-Ca’fi el-Buhârî’nin (h. 256) ‘elCâmiu’s-Sahih’i, onun ardından Müslim b. Haccac el-Kuşeyri enNeysabûrî’nin (h. 261) ‘el-Câmiu’s-Sahih’idir.

2. Fıkhın Derlenmesi

Kur’an’ın cem’ edilmesinden ve hadislerin derlenmesinden sonra, bu hassas derleme çalışmaları, fakihlerin ve müctehidlerin kolaylıkla başvurduğu ana yasama kaynağı oldu. Bu çalışmalar, fıkhın da derlenmesi konusunda cesaret verdi.

Allah, bu işi, eşsiz ve önemli kimselere nasip etti. Dört imam; Ebu Hanife (h. 150), Malik (h. 179), Şafiî (h. 204) ve Ahmed b. Hanbel
(h. 241) bu kimselerdendi. Onların fıkıh anlayışları günümüze kadar yaşadı. Onlar, hayatlarını ilme adadılar; bunu, bütün rahatlara, tatlara ve makamlara tercih ettiler. İmam Ebu Hanife’ye iki defa kadılık makamı teklif edilmiş, ancak o, bunu reddetmiş ve bu makamdan kaçınmıştı. Nitekim hapishanede öldü. Malik’e, açıkça söylemesi gereken bir konuda iki yüz kırbaç vurulmuş, omuzları yaralanmıştı ki, bu mesele, onun boşanmaya zorlanan kimsenin hiçbir şey yapma zorunluluğunda olmadığı yönündeki görüşü idi. Şafiî, hayatının büyük bir bölümünü zorluk ve sıkıntı içinde geçirmişti. Hüküm çıkarma ve fıkhını yazma konusunda sağlığını ve gücünü kaybetmişti. Ahmed b. Hanbel, kendi döneminde, yeryüzündeki en güçlü olan hükümete karşı muhalefet etmiş, Sünneti ve doğru İslamî düşünceyi savunmuş, bu konuda cezalandırılmış, dövülmüş ve hapsedilmişti.

Onlardan her biri, bir ilim serveti bıraktı. Bu çağdaki büyük kuruluşların ve ilmî kurumların bile altında ezildiği bir fıkıh kültürü bıraktılar. Ebu Hanife’nin altmış bin konuda hüküm verdiği rivayet edilir. Malik’in fıkıh konusundaki durumu da aynıdır. Onun ‘el-Müdevvene’ adlı kitabı, yaklaşık otuz altı bin konuyu içeren bir fıkıh mecmuasıdır. Yedi bölümden oluşan el-Ümm adlı kitap, Şafiî’nin geniş fıkhî ifadelerini kapsayan bir derlemedir. Bazı âlimler, İmam Ahmed’in ilgilendiği konuları kırk ciltte bir araya getirmişler ve bunu ‘el-Câmi’ li Ulûmi’l-İmam Ahmed’ diye isimlendirmişlerdir. Sonra bu fakihlerin eliyle diğer fakihler yetişti. Onlar, bu ümmetin önemli bir hazinesi ve büyük bir grubudur.

3. Taklit Dönemi (h. 450’den itibaren)

Bu, âlimlerin gayretlerinin kesin bir ictihadda bulunmaktan, Kur’an ve Sünnetten oluşan ana kaynaklara doğrudan başvurmaktan kaçındığı ve önceki imamları taklitle yetindikleri dönemdir. Bu çağ, Hicrî dördüncü yüzyılın yarısından itibaren başlar. Tarihçiler, ictihad hareketinin durmasını şu sebeplere bağlarlar:

1-İslâm devletinin birçok hükümdarlığa bölünmesi. Savaşlar, fitneler, yok etme ve galip gelme konusundaki metodlarla meşgul olmalarından dolayı, hükümdarlar savaşla ilgileniyordu. İnsanlar da onlarla birlikte bu konularla meşguldü. Bu, genel bir çözülmeye, bu konulardaki gayretlerin ortadan kalkmasına ve sonuç olarak ictihad hareketinin durmasına neden oldu.
2-Ålimler arasında, şöhret ile ictihad mertebesini birbirinden ayıran ahlakı hastalıklar yayıldı. Aralarında hasetleşme ve bencillik yayıldı. Onlardan biri ictihad kapısını çaldığında, bununla kendisinin meşhur olma kapılarını açıyor, diğer âlimlerin değerini düşürüyordu. Bu nedenle âlim bir kimse, arkadaşlarının tuzaklarından ve kendisini müctehid ve yenilikçi değil, taklitçi ve nakilci olarak kötülemelerinden korkuyordu. Böylece ictihad etme ruhu öldü, fıkıhta yeni kimseler çıkmadı. Alimlerin kendilerine ve insanların onlara olan güveni zayıfladı. Ardından yüzlerini önceki imamların mezheplerine çevirdiler.

3-Mantıklı ve mantıksız bütün yollarla, mezheplerinin aslı ve fürûu için yardımcı olmaya çalışan fakih imamlara tâbi olan cahil kimselerin gösterdiği mezhep taassubu. Bunun sonucunda kalpler birbirine karşı nefret duydu; hatta Hanefi mezhebine tâbi olanlardan biri şöyle dedi: “Bizim imamlarımızın üzerinde bulunduğu mezhebe muhalif her âyet ya da hadis, ya te’vil edilir, ya da mensuhtur!” Dört imam ise, bütün bu görüş ve sözlerden uzaktırlar. Onlar, birbirlerini seven, taassup göstermeyen kardeşlerdi. Onların sloganı; “Sahih bir hadis gördüğünüzde, mezhebim odur” ve “Hatasız olan Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem sözü hariç, herkesin sözü kabul de edilir, red de edilir” idi.

Sonuç olarak, şüphesiz ümmetin müctehid imamlara olan ihtiyacı, özellikle korkunç teknolojik gelişmelerin ortaya çıkardığı problemlerin ve olayların yaşandığı günümüzde yok olmamıştır. Bu nedenle aziz ve yüce olan Allah’tan, bu ümmeti, o eşsiz kimselere benzeyen insanlarla rızıklandırmasını dileriz. Şüphesiz buna güç yetirebilecek ve cevap verebilecek olan O’dur.

Kaynak: İslam Tarihi, islam araştırmaları komisyonu

Dini Sitelerimiz:

dinisite.tr

arapcadua.com

mumsema.com.tr

dinisorusor.com

islamisorusor.com

dinisorusorcevapal.com

BENZER KONULAR:

Cevapla