Paylaş
İtikadi mezhepler nelerdir?
Question
İtikadi Mezhepler
(İtikadi mezheplerin Konuları nelerdir)
a- Selefiyye
Selefiyye, akaidde aklın kullanılmasına, dolayısıyla fikrî tartışmaya (cedel ve münazara) karşı çıkan ve inanca dair konuların sahabe ve tabiîn dönemlerinde olduğu gibi sadece Kur’an ve Sünnet’ten alınmasını savunanlara verilen addır. Bunlar, kendilerine imam olarak Ahmed b. Hanbel’i kabul ederler. Bunlar, iman esaslarıyla ilgili konularda âyet ve hadislerin zahiriyle yetinip, onlardan anlaşılan zahirî mânaları olduğu gibi kabul ederler. Allah’ı yaratıklara benzeten Mücessime ve Müşeb-bihe gibi mezheplerin teşbihinden uzak durdukları gibi; söz konusu nasları başka anlamlara çeken Bâtıniyye ve Mu’tezİle gibi mezheplerin tevilinden de uzak dururlar. Bunlar, Hz. Peygamber ve onun ashabının yolunu izledikleri iddiasındadırlar.
b- Eş’ariyye
Ebül-Hasan el-Eş’arî’nin itikadî konulardaki görüşlerine tabi olanlara verilen addır. Eş’arîlik Ehl-i sünneti oluşturan mezheplerden biridir. Ebü’l-Hasan el-Eş’arî, 260’ta (873-74) Basra’da doğmuş ve 324’te (936) Bağdat’ta vefat etmiş olup başlangıçta Mu’tezİle mezhebine mensup iken kırk yaşlarında bu akımın “aslah” ve “vücûb alellah” gibi bazı temel prensiplerine itiraz edip onlardan ayrılmış ve Selefiyye’nin imamı olan Ahmed b. Hanbel’e intisap etmiştir. Ancak o, daha sonraki yıllarda bu çizgide durmayarak Eş’arî mezhebinin temellerini oluşturan görüşleri savunmuştur.
Eş’arîliğin temel görüşleri şu şekilde özetlenebilir: İnsanın bilgi edinmesi mümkün olup bunun yolları akıl, duyular ve vahiydir. Bu vasıtalardan herhangi biriyle elde edilen bilgiler ya zarurî ya da iktisabî olabilir. Âlemdeki bütün cisimler bölünemeyecek kadar küçük olan atomların birleşmesinden meydana gelir. Atomlar sonlu olduğu için bunlardan meydana gelen âlem de sonludur. Atomların birleşmesi ve ayrılması sadece Allah’ın irade ve kudretiyle olmaktadır, Âlemi yaratan, devam ettiren ve sonunda yok edecek olan Allah’tır. Yaratma sadece Allah’a mahsus olduğundan varlıklar vasıtasız bir şekilde onun tarafından yaratılmıştır. Bundan dolayı kâinatta meydana gelen varlıkların oluşunda etkili olan zorunlu bir “illiyyet ilkesi”nden söz edilemez. Odunun ateşe atılması ile yanma olayı arasındaki ilişki Allah’ın ateşte yakma ve odunda yanma fiillerini yaratmasına bağlıdır. İnsanın fiilleri ise, “kulun kesbi ve Allah’ın yaratması” sonucu olmaktadır. Allah’ın varlığına akıl yürütme yoluyla varılabilir. Allah’ın birtakım sıfatları vardır. Onu her türlü noksanlıktan tenzih eden vücut, kıdem, beka, vahdâniyyet, muhâlefetün Iİ’1-havâdis ve kıyam bi-nefsihî gibi sıfatlarına selbî sıfatlar; Allah’ı hayat, ilim, semî, basar, kudret, İrade ve kelâm gibi kemal sıfatları ile nitelemeye zatî (subûtî) sıfatlar ve onun yaratma, diriltme, öldürme gibi eylemlerini bildiren sıfatlara da fiilî sıfatlan denilir. Fiilî sıfatlar kadim değil hadistirler. Kul fiillerini, kendine verilmiş olan cüz’î iradeyle tercih eder. Bu iradeyi ona Allah vermiştir. Allah’a sadece naslarda geçen isimler nisbet edilebilir. Allah’ın âhirette görüleceğine (rü’yetullah) ve O’nun kelâmının gayr-İ mahlûk olduğuna inanmak gerekir.
Allah, kulları arasından seçtiği kişileri peygamber olarak gönderir. Peygamberlerin erkek olması şart değildir. Peygamberlerin nübüvvetleine dair en büyük delilleri, gösterdikleri mucizelerdir. Âhiret halleri ancak naslarla bilinir, akıl ise bunların imkân dahilinde olduğunu kabul eder. Latif bir varlık olan ruh, insan bedeninden ayrıldıktan sonra da »/arlığını devam ettirir. Hz. Peygamberden sonra müslümanların işlerini görecek bir halife olmalıdır. Halifenin tayini konusunda hiçbir nas yoktur.
Malikîler’in hemen hemen hepsi, Şâfiîler’in büyük kısmı, Hanbelî ve Hanefîler’in de çok az bir kısmı itikatta Eş’arî’dir. Eş’arîlik Arap ülkeleri, (uzey Afrika ve Endülüs’te yayılmıştır.
c- Matürîdîyye
Ebû Mansûr el-Matürîdî’nİn itikadî konulara ait görüşlerini benimse-‘enlerin oluşturduğu mezhebe verilen addır. Matürîdî, 238 (852) tarh ıinde Semerkant’ın Matürîd köyünde doğmuş ve 333’te (944) yine aynı ‘erde vefat etmiştir. Türk asıllı olan Matürîdî, Ebü’l-Hasan el-Eş’arî’nİn :ağdaşı olup inanç konularında ona yakın görüşlere sahiptir.
Matürîdî mezhebi dinî konularda nakli öne çıkaran Selef ile, aklı ine çıkaran Mu’tezile arasında orta bir yolu tercih eder. Güneyde 3ağdat ve Basra’da) Eş’arî’nin yaptığının bir benzerini Matürîdî kuzeyde Vlâverâünnehir’de) yapmıştır.
Matürîdîler, bilgi konusunda Eş’arîler gibi akıl, duyular ve vahyin bi- kaynak olduklarını söylemekle beraber, akla yükledikleri sorumluluk ş’arîler’e göre daha çoktur. Eş’arîler gibi evrende bulunan düzenin orunlu olmadığını kabul etmekle beraber Allah’ın hikmet gereği bu üzeni bozmadığını, dolayısıyla bizim nazarımızda âlemdeki nizamda bir Jrekliliğin söz konusu olduğunu söylemektedirler. Bu yaklaşım, onları göreceli de olsa bir tür sebeplîliği kabule götürmektedir. Öte yandan Eş’arîler gibi âlemin (Allah dışındaki varlıkların) cevher ve araz adı verilen yapı taşlarından meydana geldiğini, bunların hadis, sınırlı ve sonlu olmaları dolayısıyla evrenin de hadis ve sonlu olduğunu düşünmektedirler. Allah’ın varlığı konusunda ise, O’nun her türlü noksan sıfattan münezzeh ve kemal sıfatları ile nitelenmiş olduğunu kabul etmektedirler. Zatî sıfat olarak isimlendirilen vücut, kıdem, beka, vahdaniyet, muhâlefetün li’l-havâdis ve kıyam binefsihî gibi selbî sıfatlarla Allah Teâlâ’yı her türlü noksanlıktan tenzih etmekte; hayat, ilim, semî’, basar, irade, kudret, kelâm ve tekvin gibi kemal sıfatları ile de O’nu bütün kemâlât ile nitelemektedirler. Onlara göre Allah’a nisbet edilen sıfatların hepsi kadimdir. Allah’ın dünyada görülmesi (rü’yetullah) mümkün olmakla beraber bu durum âhirette vaki olacaktır. Kur’an, Allah’ın kelâmı olarak kadim, harf ve seslerden oluşan kitap olarak ise mahlûktur.
Yüce Allah’ın insanlardan bazılarını seçip peygamber olarak göndermesi kendisine vacip değil, O’ndan bir lütuftur. Peygamberler nübüvvetten itibaren masumdurlar. Mucize peygamberlerin doğruluklarının kanıtıdır. Hz. Adem’den son peygamber Hz. Muhammed’e kadar adlarını bildiğimiz ve bilmediğimiz birçok peygamber gönderilmiştir. Ama bunların hepsi cinsiyet olarak erkeklerden seçilmiştir.
Âhiret hayatının varlığı ve safhaları nasların bildirimi ile sabit olmuştur. Akıl, bunların varlığındaki hikmeti kavramaya yardım eder. Peygamberimiz’den sonra müslümanların kendilerini yönetecek bir halifeye ihtiyacı vardır ve bu o göreve nasla değil seçimle gelir.
Günümüzde dünya üzerindeki Türkler’in hemen hemen hepsi, Afganistan, Çin, Hindistan ve Pakistan’daki müslümanların büyük çoğunluğu ile İran ve Arap dünyasında yaşayan müslümanların çok az kısmı Matürîdî mezhebine mensuptur,
d- Mu’tezile
Mu’tezile, büyük günah İşleyenlerin iman ile küfür arasında bir yerde olduğunu söyleyerek Hasan el-Basrî’nin (ö. 110/728) meclisini terk-eden Vasıl b. Ata (ö. I31/748)’nın izini takip edenlere verilen addır.
Mu’tezilîler, kendilerini çoğunlukla Ehlü’l-adl ve’t-tevhîd diye isimlendirirler. Adi ile, insanın kendi fiillerini kendisinin yarattığını ve insan fiillerinin Allah’a nisbetinin caiz olmadığını, dolayısıyla Allah’ın şer fiillerden tenzihinin gerekli olduğunu; tevhid ile ise, Allah’a kadim mânalar halinde sıfatlar verilmesinin doğru olmadığını, tevhidin oluşabilmesi için sıfatların Allah’a, zâtının aynı veya hadis olarak nisbet edilmesi gerektiğini söylemektedirler.
Basra’da doğan Mu’tezile, Emevîler’den itibaren bazı halifeleri etki altına alarak iltifat görmeye başladı. Emevî Devleti yıkılıp yerine Abbasîler kurulunca durum daha da lehlerine değişti. Halife Mansur ve Harun Reşîd dönemlerinde müsamaha ile karşılanan Mu’teziJîler, Me’mun’un tahta geçmesiyle mezheplerini sarayın resmî ideolojisi haline getirdiler. Me’mun, bunların etkisinde kalarak Kur’an’ın yaratılmış olduğu fikrini kabul etti ve bütün müslümanları bu fikri kabule zorladı. Bu çerçevede birçok Sünnî âlim sorguya çekildi, talihsiz mihne olayları yaşandı. Me’mun’dan sonra Mu’tasım (ö. 227/842) ve Vasık (ö. 232/846) devirlerinde de aynı uygulama devam etti. 232’de (846) Vâsik’ın vefatı üzerine iktidara gelen Mütevekkil (ö. 247/861) bu uygulamaya son verdi ve böylece devlet desteğinde yıldızı parlayan Mu’tezile’nin yükselişi durdu, hattâ çöküş dönemi başladı.
Mu’tezile, itikadı alanla İlgili görüşlerini “Beş Esas” halinde düzenlemiştir. Bu esaslar onları bir araya getiren ve Mu’tezilî olmayanlardan ayıran sınırları çizmektedir. Mu’tezile mezhebinin üzerinde İttifak ettiği beş esas şunlardır:
1- Allah Teâlâ’yı zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde birleme anlamına gelen tevhid;
2- Allah Teâlâ’nın maslahata aykırı her türlü çirkin işten tenzihi ve bütün fiillerinde hikmet, adalet ve isabetin söz konusu olduğunu kabullenmek demek olan adi;
3- Büyük günah İşleyen kişinin bu fiili ile imandan çıkmış olacağı ancak küfrü gerektiren bir inkârda bulunmadığı için de küfre girmiş olmayacağı yani bu ikisi arasında bir yerde bulunacağı anlamına gelen el-menzile beyne’l-menzileteyn;
4- Allah’ın, iyi işler yapanları âhirette ödüllendireceğini ve kötülük yapanları cezalandıracağını bildiren va’d ve vaîd;
5- Her müslümanın iyiliği emretmekle ve kötülükten sakındırmakla yükümlü olduğunu ifade eden emir bi’l-marûf ve nehiy ani’l-münker.
III. (IX) yüzyıldan itibaren Basra ve Bağdat ekolleri olarak iki ana kola ayrılan Mu’tezile, zamanla İran, Afganistan ve Semerkant’a doğru yayılmıştır. Abbasîler’ie kader birliği yapan Bağdat Mu’teziiîleri, onlara paralel olarak çökmüş, siyasî yönetime mesafeli durmaya önem veren Basra Mu’teziiîleri ise bir müddet daha varlığını sürdürmüştür. Günümüzde Mu’tezile bağımsız bir mezhep olarak temsil edilmemekle beraber Zeydiyye, İmâmiyye gibi mezhepler içinde düşünceleri kısmen paylaşılmakta, akla olan vurgulan sebebiyle modernist akımların ilgisini çekmektedir.
e- Cebriyye
İnsanlara ait iradî fiillerin ilâhî irade ve kudretin zorlayıcı tesiriyle meydana geldiğini savunan dinî gruplara verilen addır. İlk olarak Ca’d b. Dirhem’in ortaya attığı ve Cehm b. Safvân’ın (ö. 128/745) sistemli hale getirdiği Cebriyye’ye göre insanlara ait fiiller, kendilerinin hiçbir etkisi olmaksızın yalnız Allah’ın irade ve kudretiyle gerçekleşir.
Cebriyye mezhebi mensupları düşüncelerini temeiiendirirken iki noktadan hareket etmektedirler:
1- Kur’an’da her şeyin Allah’ın ilmi ve iradesiyle cereyan ettiğini ve O’nun her şeyi daha önceden bilip levh-i mahfuzda yazdığını haber veren ayetler, insanda ne İrade hürriyeti ne de iş yapma gücü olduğunu bildirmektedir.
2- Allah her şeyin yaratıcısı olduğuna göre kulların fiillerini de yaratan O’dur. İnsanların kendi fiillerini yarattığını iddia etmek bir noktada yaratmada Allah’a ortak koşmak demektir.
Cebriyye, fiillerin oluşmasında kulun hiçbir katkısı olmadığını söyleyen halis Cebriyye ve fiilleri Allah yaratmakla beraber kulun da iradî ve ahlâkî bir katkısının olduğunu söyleyen Mutavassıt (mutedil) Cebriyye olmak üzere ikiye ayrılır.
Günümüzde cebir düşüncesi müstakil bir mezhep olarak temsil edilmemekle beraber mutlak determinizmi benimseyen bilim adamları ile bazı mistik akımlar arasında kendine yer bulmaktadır.
f- Hâricîlik
Hz. Ali ile Hz Muâviye taraftarları arasında vuku bulan Srffin savaşından (37/657) sonra halife tayininin hakeme bırakılmasını kabul etmesi dolayısıyla Hz. Ali’den ayrılanların oluşturduğu bir fırkadır. Bunlar, tahkimi kabul edenlerin Allah’ın hükmüne değil, insanların hükmüne uyduklarını, bunun küfür olduğunu, dolayısıyla bu kişilerin küfre girdiğini, tövbe etmedikleri takdirde kanlarının akıtılmasının helâl olduğunu ileri sürmüşlerdir. İlk Haricîler dinî konularda sığ, bağnaz, kararlı ve katı, ibâdet ve tâatlarında çok titiz kişilerdi. Bu özelliklerinden dolayı Kur’an ve Sünnet’i doğru bir şekilde anlayacak ve “Lâ hükme illâ lillâh” (Hüküm yalnızca Allah’a aittir) ifadesini isabetli olarak yorumlayacak konumda değildiler.
Haricîler dinî düşüncenin sadece Kur’an’a dayandırılması gerektiğine vurguları ile temayüz etmişlerdir. Onlara göre Kur’an kesin bir kanun olup tevil ve tefsire ihtiyaç duyulmaksızın lafzî hüviyeti ile hem itikadı hem de amelî hayat için yegâne kaynaktır. “Hüküm Allah’a aittir” dediklerinde de, onun Allah’ın kelâmı olan Kur’an’a ait olduğunu kastetmektedirler. Haricîler, bu düşüncelerini daha da ileri götürerek amelin imandan bir cüz olduğunu, büyük küçük günah işleyen herkesin küfre girdiğini, tövbe etmeden ölenlerin ebediyen cehennemde kalacaklarını savunmaktadırlar. Hilâfet konusunda ise halifenin ne Kureyş’ten ne de Ehl-i beyt’ten olmasını gerekli görürler. Aksine âdil ve ehil olan herkesin halife olabileceğini, âdil olmayan ve halka zulüm yapan halifeye ise isyan edilmesinin vacip olduğunu söylerler.
Hâricîlik Ezârika, Sufriyye, Necedât, Beyhesiyye, Acâride ve İbâziyye gibi kollara ayrılmış olup günümüze sadece İbâziyye gelmiş bulunmaktadır, ibâzîler, Kuzey Afrika, Madagaskar, Zengibar ve Uman Sultanlı-ğı’nda yaşamaktadırlar.
g- Mürcie
Mürcie, amellerin cezasını âhirete tehir eden veya “küfürle beraber sâlih amel fayda vermediği gibi, imanla beraber de büyük günah işlemenin zarar vermeyeceğini” savunan kişilerin oluşturduğu bir fırkadır.
Mürcie, büyük günah işleyeni imandan çıkmış sayan Hâricîliğe karşı tepki olarak çıkmış olup büyük günah işleyenin durumunun Allah’a bırakılması gerektiğini savunmaktadır. Bunlara göre kişiye, inkârda iken işlediği amel (İş) fayda vermediği gibi, hakkıyla inandıktan sonra İşlediği günah da zarar vermez. Bu mezhep, Emevîler’İn ilk dönemlerinde ortaya çıkmış olup yöneticilerin bireysel olarak sorgulanmalarına perde vazifesi gören ve tıpkı cebir inancı gibi kişisel sorumluluktan kaçmalarına yardım eden bir söylemdir.
‘Mürcie, bu yaklaşımı ile Allah’ın af ve bağışını öne çıkarmış, gazap ve azabını ise pek dile getirmemiştir. Halbuki Ehl-i sünnet bu iki duygunun aynı anda canlı tutulmasını savunmakta, insanı ümit ile korku arasında tutmaktadır.
Günümüzde Mürcie adını taşıyan bir mezhep yaşamamaktadır. Bununla beraber mürciî tavır geniş bir kitleye hâkim gözükmektedir.
h- Şîa
Hz. Peygamber’den sonra Hz. Ali’yi imamete (halifeliğe) en lâyık kişi olarak gören, vefatından sonra da hilâfete onun soyundan gelen kişilerin getirilmesi gerektiğine inanan topluluklara verilen addır. Şiîler, imametin nasla ve Hz. Peygamber’in vasiyeti ile sabit olduğunu ve bu esasların her ikisinin de Hz. Ali hakkında gerçekleştiğini, dolayısıyla ondan önce bu makama getirilenlerin onun hakkını gasbettiğini iddia etmektedirler.
Şia’nın günümüze ulaşan üç ana kolu bulunmaktadır. Bunlar Zeydiyye, fsmâiliyye ve İsnâ Aşeriyye (İmâmiyye) fırkalarıdır.
Zeydiyye, Hz. Ali’nin torunu Zeyd b. Ali Zeynelâbİdîn’e nisbet edilmektedir. Bunlar, Şîa’nın en mutedil ve Ehl-i sünnet’e en yakın olan kolunu oluşturmakta ve itikadı konularda Mu’tezile ile çok yakın görüşleri paylaşmaktadırlar. Zeydiyye, hilâfetin Ehl-i beyt’e ait olduğunu kabul etmekle beraber Hz. Ebû Bekir ve Ömer’in hilâfetlerini onaylar. Ayrıca halifenin ismen değil vasfen (nitelik olarak) belirlenmiş olduğunu kabul eder. Dolayısıyla Hz. Hasan veya Hüseyin neslinden gelen, âbid, zahit, âlim ve fâzıl olan ve halife olarak ortaya çıkan kişiye itaat edilmesi gerektiğini söylemektedir. Zeydîler günümüzde büyük çoğunluğu ile Yemen’de yaşamaktadırlar
İmâmiyye. Bunlara Ca’fer es-Sâdık’a nisbeten Ca’feriyye, on iki imamı kabul ettikleri için de İsnâ Aşeriyye de denilir. İmâmiyye, Hz. Peygamber’in kendisinden sonra halife olacak kişiyi bizzat isim olarak belirleyip vasiyet ettiğini İleri sürer. Bunlara göre Hz. Peygamber kendisinden sonra damadı Hz. Ali’yi; Ali, oğlu Hasan’ı; Hasan, kardeşi Hüseyin’i ve bu minval üzere her imam kendisinden sonra gelecek olan İmamı tesbit ve tayin etmiştir. Tayin yoluyla gelen imamların sayısı on ikidir. Bunlar: Hz. Ali, Hasan, Hüseyin, Zeynelâbİdîn, Muhammed Bakır, Ca’fer es-Sâdık, Mûsâ Kâzım, Ali Rıza, Muhammed Takî, Ali en-Nakî, Hasan el-Askerî ve Muhammed Mehdî olarak sıralanır. On ikinci imam olan Muhammed Mehdî’nin ölmeyip gizlendiğini dolayısıyla ondan sonra yeni bir imamın gelmeyeceğini kabul ederler. Muhammed Mehdî’nin gaybetinden sonra sefirler dönemi başlamış olup bu dönem 68 sene sürmüştür (gaybet-i suğrâ dönemi). Bundan sonra da Mehdî bir daha görünmez olmuştur (gaybet-i kübrâ dönemi). Mehdî’nin tümüyle gaybetinden sonra fakihler onun adına faaliyet gösterecektir.
Bunlar, imamların masum ve gayba muttali olduklarını kabul eder ve son imam Muhammed Mehdî’nin kıyamet kopmadan önce zuhur ederek idareyi ele alıp her türlü zulmü ve kötülüğü ortadan kaldıracağını savunurlar.
İmâmiyye Şîası müt’a nikâhını kabul etme, abdestte çıplak ayağa meshetme, boşanmanın ancak iki şahitle gerçekleşeceğini kabul etme, toprak cinsinden olmayan şeylere secde etmeme, ezan ve kamette “Eşhedü enne Aliyyen veliyyullah” deme gibi uygulamalarla Sünnî müslümanlardan farklılık arz eder.
İmâmiyye, günümüzde dünyadaki muslüman nüfusun yüzde altısını ve Şiî müslümanların ise büyük çoğunluğunu oluşturmaktadır. Yoğun olarak İran, Irak, Bahreyn, Azerbaycan ve Lübnan’da yaşamaktadırlar.
Ismâiliyye, Ca’fer es-Sâdık’ın ölümünden sonra imametin oğlu İsmail’e ve onun soyundan gelenlere geçtiğini iddia etmektedir. İsmâilîler Fatımî Devleti’nin kuruluşu ile güçlenmiş, Doğu (Nizâriyye) ve Batı (Müstaliyye) İsmâilîleri diye iki kola ayrılmıştır. İsmâiliyye, bâtınî görüşleri ile öne çıkmış bir fırkadır. Bu nedenle de Şia’nın aşırı kesiminden (Gulât-ı Şîa) kabul edilir. Günümüzde Hindistan, Pakistan, İran ve Orta Asya’da mensupları bulunmaktadır.
Answers ( 2 )
İtikadi mezheplerin içinde kitap ve sünnete uygun tek mezhep ehl-i sünnet mezhebidir.
Diğer itikadi mezheplerin bir kısmı kitaba ve sünnete uymadığı için geçerli değillerdir.
İtikadi mezhepler şunlardır;
Selefiyye, Eş’ariyye, Maturidiyye, Mu’tezile, Cebriyye, Haricilik, Mürcie ve Şia’dır.
İtikadi mezheplerin içinde kitap ve sünnete uygun tek mezhep ehl-i sünnet mezhebidir. Diğer itikadi mezheplerin bir kısmı kitaba ve sünnete uymadığı için geçerli değillerdir.