Paylaş
Keramet nedir, nasıl anlaşılmalıdır?
Question
Keramet nedir diyanet
Sözlükte “değer”, “kıymet” gibi anlamlara gelen “keramet”, dinî bir kavram olarak “mümin ve takva sahibi kimselerde ortaya çıkan olağanüstü haller” diye tanımlanır.
Kur’ân’da, kerâmet kelimesi terim olarak yer almamakla birlikte manasını çağrıştıracak olaylar aktarılmıştır. Söz gelimi Hz. Meryem’in Allah katından birtakım rızıklara nail olması, Hz. Süleyman’ın maiyetinde bulunan birisinin Sebe melikesinin tahtını bir anda onun yanına getirmesi ve Ashâb-ı Kehf’in bir mağarada uzun süre uyuyup kalmaları Kur’ân-ı Kerîm’de geçen bazı kerâmet örnekleri olarak görülmüştür. Bu âyetlerde sözü edilen kişiler peygamber olmamalarına rağmen kendilerinden hârikulâde haller zuhur etmiştir.
Naklî ve aklî deliller, veli kulların kerametlerinin mümkün olduğuna delâlet etmektedir. Kaynaklarda sahâbeye, tâbiîne ve tebeü’t-tâbiîne ait çeşitli kerâmet örnekleri nakledilmektedir.
Kur’ân’da anlatılan veya sahih hadislerde rivâyet edilen olağanüstü hallere inanmak müminler için bir zorunluluk olduğu halde, Kur’ân ve sahih hadisler dışında kalan ve keramet olarak nitelendirilen olaylara inanma mecburiyeti yoktur.
Kerâmet, bilinen tabiat kanunlarıyla açıklanamayan olağan dışı bir olaydır. Âdetulluh denilen olağan olay, sebep-sonuç ilişkisi içinde cereyan eden hadisedir. Sebep veya sonuçtan birinin bulunmaması şeklinde gerçekleşen olay ise harikulade yani olağan dışı olarak değerlendirilir. Cenab-ı Hak, kendi buyruklarına ve Peygamber’inin (s.a.s.) sünnetine samimiyetle bağlı olan has kullarına böyle sebepsiz olaylarla ikramda bulunabilir. Dolayısıyla kerâmetin yaratıcısı ve gerçek sahibi Allah Teâlâ’dır.
Velîlerin kerameti vardır ve haktır. Bir velînin velî olması için kerameti olması da şart değildir. En büyük keramet iyi bir ahlâk sahibi olmaktır. Hatta doğruluk ve dürüstlük anlamındaki istikamet kerametten üstündür. Ahlak, iyilikseverlik, diğerkâmlık ve cömertlik gibi mânevî kerametler maddî ve görünen kerametlerden çok daha makbuldür. Bu sebeple kerametleri ve menkıbeleri ölçü almamak gerekir. Anlatılan bazı kerametlerin uydurma veya aşırı yorumla ortaya çıktığı da bir gerçektir. Bilinmelidir ki, keramet haktır ama keramet uydurmak veya uydurma kerameti nakletmek hakka saygısızlıktır ve büyük vebaldir.
Dinin emir ve yasaklarına sıkı bir şekilde uymak, kötü huy ve alışkanlıkları terkedip iyi alışkanlıklar edinmek, istikamet üzere olmak, nefse hâkimiyet, çalışıp çabalamak suretiyle ilim ve irfan sahibi kâmil bir insan olmaya çalışmak gerçek ve mânevî kerâmetlerdir. Bundan dolayı keramet sahibi, kerametine fazla değer vermez. Aksine, çoğu zaman keramet makamında Allah´ın rızasından uzaklaşma meydana gelebileceği söylenir.
Çünkü dünyada verilen her imkân aynı zamanda imtihandır.
Bundan dolayı veli kullar, belaların gelmesinden korktukları gibi, imtihan şeklinde kerametlerin zuhurundan da korkarlar.
Hangi inançta ve dinde olursa olsun bazı insanlarda tabiat kanunlarıyla açıklanması mümkün olmayan olağanüstü haller görülebilir. Nitekim dinlerin hemen hepsinde din adamları veya inananlarda zuhur ettiğine inanılan hârikulâde olaylar söz konusudur. Ancak Allah’a isyanda ileri giden kimselerde görülen olağanüstü haller istidrâc olarak isimlendirilir.
Mutasavvıflar ve kelamcılar kerametin amacını, özelliklerini ve gerçekleşme şartlarını tespit etmeye çalışarak müminleri uyarmışlardır. Kerâmetin asıl amacı nefsi eğitmek ve ıslah etmektir. Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (ö. 283/896), “Kerametlerin en büyüğü kötü huylarından birini değiştirmendir.” demiştir.
Sehl b. Abdullah et-Tüsterî kerâmeti, ağlayan çocukları susturmak için verilen ilaca benzetmiş, Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/909) kerâmetin gönül ehli için bir perde olduğunu söylemiştir.
Gecenin bir kısmında Mekke’ye giden, su üzerinde yürüyen, havada uçan bir zattan bahsedenlere Bâyezîd-i Bistâmî (ö. 234/848 [?]):“Lânetli şeytan da bir gecede maşrıktan mağribe gider, balık da suda yüzer, kuşlar da havada uçar.” diyerek kerâmetlerin abartılmamasını istemiş, asıl kerâmetin müminin Allah’ın emir ve yasakları karşısındaki itaat hali olduğunu söylemiştir.
Keza asıl kerametin istikamet üzere bulunmak olduğunu belirten Hasen b. Alî el-Cûzcânî (ö. III./IX. yüzyıl) de, “Kerâmet sahibi olma! İstikamet sahibi ol! Çünkü nefsin kerâmet sahibi olmanı isterken Rabbin istikamette olmanı istemektedir.” sözüyle bu hakikate dikkat çekmektedir.
Ehl-i Sünnet anlayışında velilerin kerameti prensip olarak kabul edilmiş olmakla birlikte, herhangi bir insan veli olduğunu iddia edemez, aynı şekilde herhangi bir kimsenin de veli olduğuna ilişkin kesin bir kanaat ileri sürülemez. Tasavvuf erbabı, kerameti, gizlenmesi gereken mahrem bir sır olarak telakki etmiştir.
Kerâmet inancı bugün tarikat ehli ve halk arasında da geniş ölçüde varlığını korumaktadır. Olağanüstü bir hal olduğundan, halk kerâmete büyük ilgi göstermiş, kerâmet sahibini Allah’a yakın bir kişi olarak görmüş, onun ilâhî bir güce dayandığına ve bu güçle istediği her şeyi yapabileceğine inanmıştır. Büyük sûfîler ise bu kanaatin yanlış olduğunu, tek başına kerâmetin Allah’a yakınlık derecesinin göstergesi sayılmadığını, kerâmetin ve kerâmet sahibinin mânevî durumlarının abartılmaması gerektiğini vurgulamışlardır.
Önemli olan bu tür hal ve hadiselerin iman, takva, ihlas, istikamet ve ahlak sahibi bir Müslümanda zuhur etmesidir. Kuşeyrî’nin dediği gibi, Allah dostlarında zuhur eden kerametlerin en büyüğü, devamlı olarak ibâdet ve taat işlemeye muvaffak kılınmak, günahtan ve isyandan sakındırılmaktır.
Kerâmetin kapsamını; “keramet sahibinin masum olduğuna, gaybı bildiğine ya da kalpten geçenleri okuduğuna inanma”ya varacak derecede genişletmek, naslarla bağdaşmayan ve itikadî açıdan da tehlikeli bir durumdur.
Kelam ilminde “ismet” sıfatı peygamberlerin günah işlemekten uzak olmalarıyla ilişkili olarak tanımlanmıştır. İsmet ve masum olmak; günah işlememek demek olup böyle bir durum ancak peygamberlere mahsustur. Veliler için böyle bir masumiyet yoktur. Sadece peygamberlere ait olan bu özelliğin başka insanlar için de var olduğunu kabul etmek, bir insanı peygamber konumuna yükseltmek gibi itikadî açıdan son derece sorunlu bir sonuca götürür. Bu yüzden, Ehl-i Sünnet itikadında ismet sıfatı sadece peygamberlere ait bir sıfat olarak kabul edilmiştir.
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Her insan hata eder, hata edenlerin en hayırlıları ise tövbe edenlerdir.” şeklindeki beyanı, insanların günah işleme ve hata etme özelliğine sahip olduğu gerçeğinin açık ifadesidir.
İslâm dinine göre gaybdan haber verdiğini söyleyen, ilham yoluyla geçmişi ve geleceği bildiğini iddia eden kişilere inanılmaz. Çünkü gaybın bilgisi ancak Allah’a aittir. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır;
onları O’ndan başkası bilmez.”; “De ki: “Allah’tan başka göklerde olsun yerde olsun hiç kimse gaybı bilemez…” Bu âyetler, Allah’tan başka kimsenin gaybı bilemeyeceğini açıkça ifade etmektedir.
Allah’ın, gaybı insanlara bildirip bildirmeyeceği konusunda da Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Gaybı O bilir, gizlisini kimseye açmaz; ancak resûl olarak seçtiği başka. Allah, bu elçilerin her türlü durumlarını ilmiyle kuşattığı ve her şeyin sayısını belirlediği halde, rablerinin mesajlarını tebliğ ettiklerini ortaya çıkarmak için onların önlerinden ve arkalarından gözcüler gönderir.” Âyet, bu konuda peygamberleri istisnâ etmekte ve onların bilmesini de, Allah’ın irâde ve dilemesine bağlamaktadır.
Allah, gayb konusunda peygamberlerine neyi bildirirse, sadece onu bilirler, onun dışında kalanı onlar da bilemezler. Nitekim Tebûk Seferi’nde Hz. Peygamber (s.a.s.), kaybolan devesini bulmaları emrini sahabeye vermişti. Zeyd b. Lusayf isminde bir münafık ise, “Muhammed peygamber değil mi? Göklerde olup biteni bize haber vermiyor mu? Acaba devesinin nerede olduğunu niçin bilmiyor?” demişti. Bunu haber alan Allah Resulü şöyle buyurdu:
“Vallahi ben Allah’ın bana bildirdiği şeyden başkasını bilmem. Şu anda Allah onun nerede olduğunu gösterdi. Deve şu vadidedir. Yuları bir ağaca takıldığından orada kalmış. Gidin getirin.” Gittiler, tarif edilen yerde buldukları deveyi alıp getirdiler. Diğer taraftan velilere isnad edilen “kalpten geçenleri okumanın da mümkün olmadığı naslarda açıkça belirtilmiştir.
Savaşta yere düştükten sonra kelime-i şehadet getiren kişiyi öldüren Üsame b. Zeyd (r.a.), bunun nedenini soran Hz. Peygamber’e (s.a.s.): “Ya Resûlallah! O, bu sözü sadece ölümden korktuğu için söyledi.” demesi üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.), “Kalbini mi yardın ki, bu sebeple söyleyip söylemediğini bilesin?” buyurarak kişinin kalbindekine muttali olmanın mümkün olmadığını bildirmiştir.
Sonuç olarak, akaid kitaplarında yer alan “velilerin kerametleri haktır” sözüyle Allah’ın takva sahibi kimselere maddî-manevî ikramlarda bulunabileceği kastedilmiştir. Ayrıca “keramet zahir olur, izhar edilmez” yani keramet ancak, Hakk’ın dilemesi ile meydana gelir; isteğe bağlı olarak gösterilemez. Bununla birlikte bir müminin veli olması için keramet göstermesi şart değildir, en büyük keramet istikamet üzere olmaktır. Kerametle ilgili istismarlar, her zaman ve her yerde görülmüştür. Bu yüzden bunları şöhret ve menfaat temini için kullananlara karşı uyanık ve dikkatli olmakta fayda vardır.
Diyanet güncel sorular
BENZER KONULAR:
- Keramet ve şirk
- Keramet Elbisesi Nedir
- Keramet nedir, nasıl anlaşılmalıdır?
- Keramet nedir? İslamda Keramet’in yeri
- Keramet sahibi insanlar var midir?
- Tümünü görüntüle.
Answers ( 2 )
Müslüman uyanık olmak zorundadır. Milletin isteğine göre keramet gösterenler(!), milleti kandıranlar, küçük bir dünyalık menfaat için kahve falına bakanlar ve baktığı şeyin doğru olduğunu savunanlar “Allah’ın indirdiği dini tanımamışlar ya da “kendilerince bir din uydurmaya çalışmaktalar.”
Müslüman dinini iyi öğrenmek zorundadır. İyi öğrenmiş olunan bu dini de yaşamak zorundadır.
Keramet, İslam literatüründe mümin ve takva sahibi kimselerde ortaya çıkan olağanüstü haller olarak tanımlanır. Bu olaylar, Allah’ın veli kullarına verdiği özel lütuflardır ve genellikle doğal sebeplerle açıklanamazlar. Kur’an’da ve sahih hadislerde bazı keramet örnekleri bulunmakla birlikte, peygamberlik iddiası olmaksızın gerçekleşirler. İslam’a göre keramet, velinin manevi olgunluğunun ve Allah’a olan yakınlığının bir ifadesi olarak kabul edilir. Ancak keramet, dinî hükümlerin ve doğruların ötesine geçmez ve bir insanın veli olduğunu iddia etmek için yeterli bir kanıt değildir.