Paylaş
Kur’ân-ı Kerîm’i tecvidli okumak gerekli midir?
Question
Kuran’ı kerim’i tecvitli okumanın hükmü nedir?
Kur’ân-ı Kerîm, hem lafzı hem de anlamı itibarıyla Allah (c.c.) kelâmıdır. Bu sebeple onun anlaşılması kadar tilâveti okunması da büyük önem arz etmektedir.
Tecvid, harflerin mahreç ve sıfatlarına riayet edip vakıf, vasıl, sekte vb. tilavet kurallarına uyarak Kur’ân’ı güzel ve hatasız bir şekilde okumaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de tecvid kelimesi bulunmamakla birlikte “Kur’ân’ı yavaş yavaş, tane tane, düşünerek okuma” anlamında “tertîl” kelimesi geçmektedir. Söz konusu ayetler tecvidin gerekliliğine bir işaret kabul edilmiştir. Nitekim Hz. Ali’ye nispet edilen rivâyete göre ayetlerde geçen tertîl, Kur’ân harflerinin mahreç ve sıfatlarına uygun biçimde telaffuz edilmesi ve durulacak yerlerin bilinmesi diye açıklanmıştır (tecvîdü’l-hurûf ve ma‘rifetü’l-vukûf). Burada, harfleri en güzel şekilde telaffuz etmenin gerekliliğine ve okuma/tilavet esnasında nerede durulup (vakıf) nereden başlanacağının (ibtida) bilinmesine temas edilmiştir. Ayrıca Müzzemmil Sûresinin 4. ayetindeki ”tertil” ifadesinin, emrin vücubunu pekiştirmek ve Kur’ân okuyan kişiye tecvidin gerekli olduğunu göstermek için geldiği ifade edilmiştir. Bütün bunlar Kur’ân kıraatinde bazı esasların bilinmesinin gerekli olduğunu göstermektedir.
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Kur’ân tilavetiyle ilgili hadislerine bakıldığında bizzat kendisinin tecvide riayet ettiğini ifade etmek mümkündür. Hz. Peygamber (s.a.s.) gibi sahabe de Kur’ân’ı usulüne uygun olarak (tecvid kurallarına uyarak) okumuştur.
Nitekim Abdullah b. Mes’ûd, Ebu Mûsâ el-Eş‘arî ve Ebû Huzeyfe’nin âzadlısı Sâlim gibi bazı sahabîler, Kur’ân’ı güzel sesle ve tecvidle okuduklarından dolayı Hz. Peygamber’in takdir ve övgülerine mazhar olmuşlardır. Abdullah b. Mes‘ûd’a nispet edilen “Kur’ân’ı usulüne uygun okuyunuz. Güzel sesle onu süsleyiniz.” ve Hz. Ali’nin yukarıda belirtildiği üzere ayette geçen “tertil” ifadesini “tecvid” olarak açıklaması da sahabenin, Kur’ân’ı tecvidli okumaya özen gösterdiğine işaret etmektedir.
Arapça inen Kur’ân-ı Kerîm’in, doğal olarak bu dilin kurallarına uygun okunmasının yanı sıra, kendine has bazı tilavet esaslarını da (tecvid) içerdiğinden okuma esnasında bunlara da riayet etmek gereklidir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), Hz. Cebrâil’in (a.s.) kendisine okuduğu gibi Kur’ân’ı okumuş (arz-sema‘), sahabe ve sonraki nesiller de tıpkı onun okuduğu gibi Kur’ân’ı tilavet etmeye gayret etmişlerdir. Dolayısıyla tecvid kuralları veya tilavet esasları, her ne kadar adına tecvid denilmese de Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminden günümüze
değin uygulanagelmiştir.
Kur’ân’ın “tevatürle nakledilen” bir kitap olması, indiği ilk dönemden günümüze kadar belirli bir disiplin içerisinde okunduğunun bir göstergesidir. Nitekim –tespit edebildiğimiz kadarıyla- sahabe, tâbiîn ve daha sonraki nesillerden hiçbir Müslüman bu okuyuş kurallarının (tecvidin) gereksiz olduğunu savunmamıştır. Buna karşın son dönemlerde Kur’ân okurken tecvide gerek olmadığı şeklinde ilmi temelden yoksun birtakım iddialara rastlanmaktadır. “Kur’ân’ın tilaveti esnasında tecvide lüzum yoktur, onun kelimeleri nasıl yazılmışsa öyle okunmalıdır, söz gelimi İhlas suresi ‘Kul hüve Allâhu ehadün, Allâhu es-Samedü’ şeklinde tilavet edilmelidir” gibi cahilce söylemlerle insanların kafaları karıştırılmaya çalışılmaktadır. Hiçbir ilmi temeli olmayan bu tür söylemlerin ciddiye alınabilecek bir tarafı yoktur. Şu kadar var ki az da olsa bazı Müslümanların bu tür istismarlara maruz kaldıkları anlaşılmaktadır. Oysaki İslâm tarihinde bu tarz bir söylemin
karşılığı hiç olmamıştır. Bu tür iddiaların, dini duygularını istismar ederek kendisine bağlanmalarını sağladığı insanlara karşı, kendi kıraati konusundaki yetersizliğini örtmek amacıyla bazı kişilerce üretildiğini tahmin etmek zor değildir. Kuşkusuz bu iddialar, bir din istismarıdır.
Tecvidin gerekliliği ve Kur’ân okuyan kişinin buna riayet etmesi hususundaki tutumuyla ilgili İbnü’l-Cezerî’nin tasnifi dikkate şayandır. Ona göre tecvid kaidelerine uyup uymama bakımından kişiler: a) Okuyuşunu güzelleştirmek suretiyle sevap kazanan, b) (Düzeltme imkânı olduğu halde düzeltmeyip) hatalı bir şekilde okuyup günahkâr olan, c) (Herhangi bir sebeple tecvîde riâyet imkânı bulamayan) mazeret sahibi olmak
üzere üç kısma ayrılmaktadır. İbnü’l-Cezerî, ikinci grupta yer alan kişilerle ilgili; “Kim,…doğru bir telaffuzla Allah’ın kelamını okumaya güç yetirebilmesine rağmen;… kendi görüşü ve varsayımlarıyla hareket edip kibrinden dolayı … bir âlime müracaat etmekten kaçınarak, Arapça dil kurallarına aykırı, yanlış bir telaffuza yönelirse o ihmalkâr ve günahkârdır.” değerlendirmesini yapmıştır. Dolayısıyla dilin dönmemesi ve okuyucuyu doğru tilavete yönlendirecek uzman bir şahsın yokluğu gibi durumlar hariç, her Müslümanın tecvide uygun bir şekilde Kur’ân’ı
okuması, Kur’ân’ın güzelliğine uygun bir davranış olacaktır.
Bu itibarla Kur’ân okuyucusunun bu kurallara gücü yettiği nispette uyması gerekir. “Kur’ân’da tecvide gerek yoktur” diyerek yukarıda verilen delilleri ve on dört asırlık tecrübeyi dikkate almadan kişinin kendine göre bir okuyuş şekli geliştirmesi ümmet içinde gereksiz ihtilaf üretmekten, tefrika çıkarmaktan öte bir anlam taşımaz. Ancak kişi, bir şekilde tecvidi öğrenememiş veya dilindeki bir rahatsızlıktan ötürü bu kuralları tam olarak uygulama imkânı bulamamış ise mazur görülebilir.
Diyanet Güncel sorular
Cevapla