Paylaş
Mekke
BildirQuestion
Please briefly explain why you feel this question should be reported.
VAHYİN ŞEHRİ MEKKE VE ÇEVRESİ
Mekke, Arap yarımadasının kuzeyinde, etrafı dağlarla çevrili Batha Vadisi üzerinde kurulmuş eski bir şehirdir. Şehrin çevresinde Ebû Kubeys, Kuaykıân, Sevr, Nûr (Hira) ve Sebîr adlı dağlar bulunur. Şehrin merkezinde Kabe yer almaktadır. O zamanlar Mekke’nin dış dünya ile bağlantısı şehri çevreleyen dağlar arasında bulunan geçitlerle sağlanıyordu. Kâbe’nin çevresinde ise Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinin, daha sonra diğer kabile üyelerinin evleri, şehrin en dışında ise köle ve hizmetçilerin evleri vardı.
ALLAH’IN SON ELÇİSİ’Nİ BEKLEYEN GÜVENLİ BELDE MEKKE
وَهَذَا الْبَلَدِ الْأَمِينِ (۳)
“Ve bu güvenli şehre (Mekke’ye yemin olsun)!”
(Tin 95/3)
Hz. İbrahim’in, hanımı Hacer ve oğlu İsmail’i Allah’ın emri ile şimdiki Mekke’nin bulunduğu yere getirip yerleştirmesi ile burada hayat başlamıştır. Susuz ve
çorak bu vadi yaşamak için çok elverişli değildi. Burası ancak zemzem suyunun ortaya çıkmasından sonra insanlar için yaşanabilir bir yer olmuştu. Hz. İbrâhim (as) belli aralıklarla ailesini ziyaret ederdi. Kâbe’yi Hz. Adem (as) tarafından yapılan temeller üzerinde yeniden inşa ettiği rivayet edilir. Böylece Kabe, tevhidin simgesi oldu. Cebrail, Hz. İbrahim’e hac amellerini (menâsik) öğretti ve insanları Allah’ın evine hacca davet etmesini istedi. Hz. İbrâhim’in çağrısı hiçbir zaman cevapsız kalmadı, hatta burası bir çekim merkezi oldu. Kâbe ve çevresi güvenli bölge yani haram ilân edildi. Hz. İsmail’in Yemen civarından gelip yerleşen Cürhüm kabilesinden bir hanımla evlenmesi ile onun soyundan yeni bir Arap nesli oluştu.
Cürhüm kabilesi, Mekke’nin yönetimini zamanla İsmailoğullarından aldı. Daha sonra da yine Yemen’den gelen Huzâa kabilesi, uzun süren Cürhüm yönetimine son verdi ve onları Yemen’e sürdü. Şehirde putperestliğin peydahlanıp yayılması da bu kabile tarafından gerçekleşti. Hz. Peygamber’in beşinci kuşaktan dedesi olan Kusay b. Kilab’ın Huzâa’yı yenmesiyle Mekke yönetimi Kureyş’e geçti. Kusay, gerek şehrin yeniden yapılanmasında gerekse yönetiminde köklü değişikliklere gitmişti. Mekke çevresindeki dağınık Kureyş boylarını harem bölgesinde topladı (Mücemmi). Hacıların ihtiyaçlarını temin etmeye yönelik çabaları Kureyş’i diğer Arap kabileleri nezdinde saygın bir noktaya taşıdı. Bu sırada Mekke’de tevhid terk edilmiş ve Hz. İbrâhim’in bıraktığı inançtan uzaklaşılmıştı.
Kur’ân indiğinde Mekke’deki yaygın inanç putperestlikti. Bu yüzden bu inanca pek çok âyette değinilmiştir.” Putperestlik, Hübel adlı putun Kâbe’ye yerleştirilmesiyle âdeta resmileşmişti. Ayrıca Allah’ın isimlerinden türetilen bazı dişil isimler taşıyan Lât, Menât ve Uzzá gibi putlara tapılıyordu. Kabe’deki putlara kurban kesme ve para karşılığında Hübel önünde fal çekme (ezlâm), gelenekselleşmişti. Ancak Kabe’ye atfedilen kutsallık daima devam etti, hac ibadeti hiç terk edilmedi. 22 Kur’ân indiği sırada Mekke’de Allah’ın bir ve tek olduğunu kabul eden, batıl fikirlerden uzak duran çok az kişi kalmıştı. Bu kişilerin sahip olduğu inanç kaynaklarda Hanîflik olarak yer almaktadır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm de bütün peygamberlerin özellikle İbrâhim’in (as) getirip tebliğ ettiği bu tevhid inancını hanîf (ç. hunefa) kelimesiyle ifade eder. Ancak bunların Mekke’nin hayat düzeni hakkında söz söyleme hakları kalmamıştı. Şehrin yönetimi ve sosyal yapısı, şirk inancına göre kurgulanmıştı. Şehrin yönetim organı olan Dârü’n-nedve, Kusay tarafından oluşturulmuştu. Kapısı putlarla doldurulmuş Kâbe’ye açılacak şekilde inşa edilen bu yönetim merkezinde, ergenlik çağına giren kızlara kıyafet giydirme törenleri, evlilik törenleri, ticarî kervanların hazırlanması, elçilerin vazifelerinin tayin edilmesi, savaşlardan önce bayrak asma törenleri yapılırdı. Savaş ve barış gibi konular burada tartışılıp karara bağlanırdı. Burası aynı zamanda Mekke fethine kadar İslâm karşıtı muhalefetin de merkezi olmuştu.
Mekke şehri seçkin bir sınıf tarafından yönetilmekte, idarî işleri on ayrı idareci tarafından yürütülmekteydi. Genel mânada danışma meclisi (Dârü’n-nedve), meclis idaresi (meşveret), dış ilişkiler gibi idarî vazifeler Ümeyye, Abduddâr, Esed ve Adiyy oğulları tarafından icra edilmekteydi. Savaşlarda başkomutanlık (kıyâde), sancağın taşınması (livá/râye), piyade ve süvari birliklerini idare gibi askerî görevler Ümeyye, Abduddar ve Mahzüm oğulları tarafından yerine getirilmekteydi. Kâbe muhafızlığı ve anahtarlarının sahipliği (hicâbe, sidâne), hac ibadetinin düzen ve idaresi (icâze, ifâde) gibi dinî hizmetler Abduddar, Kinâne ve Temîm oğulları tarafından yürütülmekteydi. Hacıların yemek ihtiyacı (rifade), hacıların su ihtiyacını karşılama (sikâye), Kâbe’ye getirilen hediyelerin yönetimi (emvål) gibi iktisadî hizmetler de Âmir, Hâşim ve Sehmoğulları tarafından yerine getirilmekte idi.
Burada özetle verilen bilgiler dikkatle incelendiğinde İslâm tarihinde önemli yeri olan kabilelerin İslâm’dan önce de şehrin yönetiminde söz sahibi oldukları fark
edilecektir. Bu kabilelerin mensuplarından bir kısmı vahiy geldiğinde gerçeği görüp onu kabul etmiş ve toplum içindeki saygın konumlarını terk etmeyi göze almıştı. Diğer bir kısmı ise ellerindeki bütün imkânlarla İslâm’a karşı mücadeleyi tercih etmişlerdi. Onların bu tepkilerinin temelinde iktidarlarını ve saygınlıklarını yitirme endişesi bulunmaktaydı.
Mekke halkının temel geçim kaynağı ticaretti ve bu ticaret Kâbe’ye ve bu beldeye ziyarete gelen hacılar sayesinde ayakta durmaktaydı: “Allah Kabe’yi, Beytülharâm’ı, haram ayı, boyunları bağsız ve bağlı kurbanlıkları insanların maddi ve manevi hayatları için destek kıldı. Bu, Allah’ın göklerde ve yerdeki her şeyden haberdar olduğunu ve Allah’ın her şeyi bildiğini anlamanız içindir.” Tarıma elverişli olmayan Mekke, bu ticaret sayesinde ihtiyaç duyulan ürünlerin dışarıdan âdeta aktığı bir merkez olmuştu. Bu, Hz. İbrâhim’in bu şehir için ettiği bereket duasının bir tezahürü olarak anlaşılabilir. Kureyş de bu alana yatırım yapmıştı. Mekke’yi yöneten Kureyşlilerin Kâbe’nin hizmetkârları olarak görülmesi, Kureyşli tüccarların gelirlerini arttırmıştı. Allah bu iyiliklerini Kureyşlilere âyetlerde hatırlatmaktadır: “Kureyş’in güvenliğini, onların kış ve yaz yolculuklarında güvenliğini sağlamak için (Allah lütuflarda bulundu). Onlar da kendilerini besleyip açlıklarını gideren ve her çeşit korkudan emin kılan şu evin Rabbine kulluk etsinler. ” iki temele dayanıyordu. Bunlardan birincisi hac mevsimin-
Mekke’deki ticaret, de kurulan ticari fuarlar, ikincisi ise kuzey ve güney yönünde uzak diyarlara yapılan ticarî kervan seyahatleriydi. Bunun yanında Mekke’de sürekli faaliyet gösteren Ukáz, Mecenne ve Zülmecâz gibi çeşitli pazarlar da vardı. Bu pazarlar aynı zamanda siyasî ve güncel olayların konuşulduğu merkezlerdi. Fuarların haram aylar olarak bilinen zilkade, zilhicce, muharrem ve receb aylarında gerçekleştirilmesi, hem Mekkeliler hem de ziyaretçiler açısından güvenlik riskini ortadan kaldırmaktaydı. Çünkü bu aylarda düşman kabileler, birbirlerine saldırmaz ve savaşmazdı. Arapların savaşmak için haram ayı öne alma ya da erteleme (nesî) ve haram ayları dörtten sekize çıkarma (besl) gibi uygulamaları da vardı. Ancak bu davranışlar dini, çıkarlara göre bozup değiştirmekten başka bir şey değildi.
Peygamberimizin doğduğu yılda Mekke’ye yapılan ve Kur’ân’da Fil sûresinde anlatılan Fil Ordusu saldırısı başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bu ordunun Allah tarafından yok edilmesi, Mekke’nin kutsallığını ve saygınlığını daha da arttırmıştı. Buna bağlı olarak Mekke’yi yöneten Kureyş kabilesinin itibarı da Mekke’nin gelirleri de artmıştı. Bütün bu kazanımlar, onları hayatın farklı alanlarında istedikleri her şeyi yapabilecekleri kabulüne sürüklemişti. Meselâ Allah’ın kan dökülmesini yasakladığı haram aylarda savaşı sürdürebilmek için bu ayların yerini değiştirmekten çekinmiyorlardı (nesi’). İhramlıyken evlerine arka tarafından ya da duvarda açtıkları yeni bir oyuktan girmeyi dindarlık ve erdem sayıyorlardı. Oysa “asıl erdemlilik, kişinin Allah’a saygılı olması” idi ama onlar bunun farkında değildi. Ekonomik hayatta da faiz uygulaması özellikle yoksullar üzerinde bir zulüm ve baskı aracı hâline gelmişti.” Kölelik kurumu da adaletsizliğin yaşandığı bir başka uygulamaydı. Köleler üzerinde efendilerinin mutlak tasarruf yetkisi vardı.
Toplumda kadınlar da düşük bir konumda görülüyordu. Mekke’de bir kız çocuğunun dünyaya geliş haberi müjde sayılmaz, kız çocuğundan utanç duyulurdu. Bazı ailelerin geçim endişesiyle kız çocuklarını diri diri toprağa gömdüğüne de rastlanırdı. Erkek çocuklara sahip olmak güç anlamına geldiğinden Mekkeliler oğullarıyla övünürler, değersiz saydıkları kızları Yüce Allah’a nisbet ederlerdi. Kadını yok saymak, hukukunu çiğnemek, ayrıma ve şiddete maruz bırakmak toplumdaki sıradan uygulamalardı.
Günlük hayata yön veren tercihler de bireysel ve sosyal açıdan pek çok sorunu barındırmaktaydı. Meselâ Mekkeliler arasında içki tüketimi ve kumar (meysir) bir hayli yaygındı. 45 Kâbe karşısında içkili eğlence sofraları kurulurdu. Kur’ân bu toplantılar hakkında “Ayetlerimiz size okunurdu da ona arkanızı dönerdiniz, gece sohbetleri yaparken büyüklük taslayarak onun hakkında hezeyanlar savururdunuz.
ifadesini kullanmıştır. Kur’ân’ın içkiyi adım adım, kademeli bir şekilde yasaklaması bu kötü alışkanlığın yaygınlığını göstermektedir. Aynı şekilde toplumda kökleşen ve at yarışları ya da deve eti karşılığında oynanan kumar, ancak risåletin sonlarına doğru yasaklanmıştı.
Genel olarak İslam’ın ortaya çıktığı dönemde Mekke’nin siyasî, sosyal, dinî ve ekonomik yapısı bu şekildeydi. İşte böyle bir topluma Hz. Muhammed (sas) son peygamber olarak gönderildi.
İSLÂM’IN YERYÜZÜNE YAYILDIĞI KENT MEKKE
وَكَذَلِكَ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لِتُنْذِرَ أُمَّ الْقُرَى وَمَنْ حَوْلَهَا وَتُنْذِرَ يَوْمَ الْجَمْعِ لَا رَيْبَ فِيهِ فَرِيقٌ فِي الْجَنَّةِ وَفَرِيقٌ فِي السَّعِيرِ (۲)
“İşte sana, Ümmülkurâ (Mekke) ve çevresindekileri uyarman ve hakkında asla şüphe bulunmayan toplanma gününün dehşetini haber vermen için böyle Arapça bir Kur’ân indirdik. Onların bir kısmı cennette bir kısmı da cehennemde olacaktır.” (Şüră 42/7)
Kırk yaşına erişen ve hayatının olgunluk dönemini yaşayan Hz. Muhammed (sas), son zamanlarda toplumdan uzak yaşamaya başlamıştı. Hira mağarasında daha çok inzivaya çekiliyordu. Bu mağara âdeta onun sığınağı olmuştu.” Burada tekliğine gönülden inandığı Allah’a ibadet ederdi. Uzlete çekilmesine sebep kendi bireysel sorunları, yorgunlukları değildi. Mekke halkının şirke batışı ve bunun sonucu toplumda birebir tanık olduğu haksızlıklar ona çok ağır geliyordu. Bu hayat tarzından zihni rahatsız oluyor, gönlü de son derece inciniyordu. Ancak bütün bu sorunların
nasıl çözülebileceğini bir türlü kestiremiyordu. Hatalar ve zulümler ile dönen bu devran karşısında hissettiği çaresizlik, onu kendi içine yönelmeye itiyordu. Ramazan ayının sonlarına doğru bir gece o mağarada, insanlığın da yaralarına deva olacak bir bilgi kaynağına (vahiy) mazhar oldu. O artık Allah’ın seçtiği son elçiydi. Özel bir görev üstlenmişti. Kur’ân’ın vahyi, milâdî 610 yılında Mekke’de başlamıştı.
Hz. Peygamber (sas) kendisine vahyedilen âyetleri en yakınlardan başlayarak Mekkelilere okumaya başladı. O dönemde önemli bir haber vermek isteyenlerin yaptığı gibi, Peygamberimiz de Safâ tepesine çıktı ve buraya davet ettiği akrabalarına getirdiği dini tebliğ etti. Ancak bu çağrıya ilk karşı çıkan bizzat kendi amcası oldu. Mekkeliler, bu yeni gelişmeden böylece haberdar oldular. 54
Hz. Peygamber’in hakikate daveti hemen kabul görmedi. En yakın akrabaları bile onun davetini kabule yanaşmadılar, hatta onunla alay etmekten çekinmediler. Ancak, “Sen, sana buyurulanı açıkça duyur, Müşriklere aldırış etme!” emrine uyan Allah Resûlü (sas), bulduğu her fırsatta Mekkelileri İslâm’a çağırıyordu. İlk iman edenler arasında hanımı Hz. Hatice, azatlı kölesi Hz. Zeyd, yeğeni Hz. Ali, yakın arkadaşı Hz. Ebû Bekir ve çoğu Kureyş’in değişik ailelerine mensup kişiler vardı. 57
Müslümanların sayısının gün geçtikçe artması Mekkelileri endişelendiriyor-
du. Çünkü âyetler, hayat tarzlarını, düşünce kalıplarını ve alışkanlıklarının çoğunu kökten değiştirmeyi gerektiriyordu. Allah’ın bir ve tek olduğuna inanmak, taptıkları putları terk etmelerini zorunlu kılıyordu. Ahiret inancı ise güçlerine güvenerek istediklerini yapamayacaklarını ve yaptıklarının hesabının sorulacağını anlatıyordu. Mekke’nin ileri gelenleri yeni dinin düzenlerini tehdit ettiğini gördüklerinde şiddetli bir muhalefete giriştiler. Atalarının bıraktığı inancı terk edemeyeceklerini söylüyorlardı. İnançlarının kendileri için yeterli olduğunu ileri sürüyorlardı. Onlara göre peygamberlik yapacak kişi, insan değil bir melek olmalıydı.59 Her vesile ile Hz. Peygamber den mucize getirmesini istediler. Resûl-i Ekrem’i (sas) tanıyorlardı. Mecnun ve şair olamayacağını çok iyi biliyorlardı. Bunarağmen vahyin etkisini azaltmak ve Allah’tan geldiğini reddetmek için bu iki iddiayı da dillendirmekten çekinmediler. Ayrıca onu sihirbazlıkla suçladılar.
Kur’ân-ı Kerîm, Peygamberimize karşı çıkan Mekke ileri gelenlerini mele’ ve ekåbir olarak isimlendirmiştir. Mele”, “Güçlü ve nüfuz sahibi, aynı görüş etrafında toplanan, fikirlerine başvurulan kişiler ve toplumun önde gelenleri” demektir. Her dönemde peygamberlere şiddetle karşı çıkan böyle bir grup olmuştur. Bunlar, Hz. Muhammed’in (sas) elçiliğine itiraz ederek “Bu Kur’ân, iki şehrin birinden büyük bir adama indirilseydi ya!’ dediler. Kastettikleri iki şehir, Mekke ve Täifti. Onlara göre peygamber olması gereken kişi, ya Mekke’nin ileri gelenlerinden Velid b. Muğîre veya Täifin yöneticisi Ebû Mesûd Amr b. Umeyr es-Sekafi olmalıydı. Mekke’nin bu seçkinlerinin Hz. Peygamber’den kendileri için farklı bir davet meclisi oluşturmasını istemeleri işte bu düşüncenin ürünüdür. Davası uğruna bu teklif üzerinde düşünen Peygamberimize gönderilen net uyarı, böyle bir yaklaşımın asla kabul edilemeyeceğini belirtmiştir. Abese sûresine adını veren olayda da Resûlullah’ın Mekkeli müşrik ulularına İslam’ı anlatırken gelen engelli bir sahâbînin sorusundan dolayı bir anlık bile olsa rahatsızlık göstermesi sert bir dille yerilmiştir. Bu kibirli insanlar, kendileri gibi Allah’ın da hep güçlüden yana olacağını zannediyorlardı. Bundan dolayı Hz. Muhammed’i (sas) de peygamberliğe lâyık görmüyorlardı. Evet, soylu olmasına soyluydu ama zengin değildi ve boy boy oğulları yoktu. Oysa o dönem insanı bu ikisiyle güçlü olur ve böylece canının istediği her şeyi yapma hakkını elde ettiğini düşünürdü. Tekåsür süresinde, “Çokluk yarışı, sizi oyaladı.” girişiyle insanların mal biriktirmek ve güç elde edebilmek için gösterdiği bu çabalara dikkat çekilmiştir. Öyle ki bu koşuşturmaların “kabre varıncaya (ölünceye) kadar” devam ettiği ifade edilmiştir. Böylece güç isteği, öncekilerde olduğu gibi Mekkelilerle tevhid inancı arasına girmişti.” Kur’ân’ın mal ve evlâdın fayda vermeyeceğinin altını ısrarla çizmesi, bu yanlış algıyı yıkmaya yöneliktir.
ve Allah’tan geldiğini reddetmek için bu iki iddiayı da dillendirmekten çekinmediler. Ayrıca onu sihirbazlıkla suçladılar.
Kur’ân-ı Kerîm, Peygamberimize karşı çıkan Mekke ileri gelenlerini mele’ ve ekåbir olarak isimlendirmiştir. Mele”, “Güçlü ve nüfuz sahibi, aynı görüş etrafında toplanan, fikirlerine başvurulan kişiler ve toplumun önde gelenleri” demektir. Her dönemde peygamberlere şiddetle karşı çıkan böyle bir grup olmuştur. Bunlar, Hz. Muhammed’in (sas) elçiliğine itiraz ederek “Bu Kur’ân, iki şehrin birinden büyük bir adama indirilseydi ya!’ dediler. Kastettikleri iki şehir, Mekke ve Täifti. Onlara göre peygamber olması gereken kişi, ya Mekke’nin ileri gelenlerinden Velid b. Muğîre veya Täifin yöneticisi Ebû Mesûd Amr b. Umeyr es-Sekafi olmalıydı. Mekke’nin bu seçkinlerinin Hz. Peygamber’den kendileri için farklı bir davet meclisi oluşturmasını istemeleri işte bu düşüncenin ürünüdür. Davası uğruna bu teklif üzerinde düşünen Peygamberimize gönderilen net uyarı, böyle bir yaklaşımın asla kabul edilemeyeceğini belirtmiştir. Abese sûresine adını veren olayda da Resûlullah’ın Mekkeli müşrik ulularına İslam’ı anlatırken gelen engelli bir sahâbînin sorusundan dolayı bir anlık bile olsa rahatsızlık göstermesi sert bir dille yerilmiştir. Bu kibirli insanlar, kendileri gibi Allah’ın da hep güçlüden yana olacağını zannediyorlardı. Bundan dolayı Hz. Muhammed’i (sas) de peygamberliğe lâyık görmüyorlardı. Evet, soylu olmasına soyluydu ama zengin değildi ve boy boy oğulları yoktu. Oysa o dönem insanı bu ikisiyle güçlü olur ve böylece canının istediği her şeyi yapma hakkını elde ettiğini düşünürdü. Tekåsür süresinde, “Çokluk yarışı, sizi oyaladı.” girişiyle insanların mal biriktirmek ve güç elde edebilmek için gösterdiği bu çabalara dikkat çekilmiştir. Öyle ki bu koşuşturmaların “kabre varıncaya (ölünceye) kadar” devam ettiği ifade edilmiştir. Böylece güç isteği, öncekilerde olduğu gibi Mekkelilerle tevhid inancı arasına girmişti.” Kur’ân’ın mal ve evlâdın fayda vermeyeceğinin altını ısrarla çizmesi, bu yanlış algıyı yıkmaya yöneliktir.
Müşrikler, Son Peygamber’i davasından vazgeçirmek için her türlü yola başvurdular. Ona elçiler gönderdiler. Yeğenini bu davadan vazgeçirmesi için Peygamberimizin amcası Ebû Tälib’i sıkıştırmaları, bu çabaların en meşhurlarındandır. Hz. Peygamber (sas), ona da davasından asla vazgeçmeyeceğini söyledi. Bunun üzerine Kureyş ileri gelenleri atalarının dininde kalacaklarını belirterek, öfkeyle onun yanından ayrıldılar. Bu olay âyetlere şöyle yansımıştır: “(Müşrikler şöyle dediler:) Tanrıları tek tanrıya mı indiriyor? Bu gerçekten şaşılacak bir şey!’ Onların ileri gelenleri harekete geçip şöyle dediler: Yolunuzda yürüyün! Tanrılarınıza bağlılıkta direnin! İşte (sizden) istenen budur. Bildiğimiz son dinde (en son dinî inanışlarda) böyle bir şeyi işitmedik, bu uydurmadan başka bir şey değil. İlâhî uyarı içimizden ona mı indirildi şimdi!
Mekke’nin önde gelenleri, muhalefetin önderliğini üstlenmişti. Kâbe’de ibadet edenlere karışılmaması gerektiği hâlde, Allah Resülü (sas) bile Kâbe’de namaz kılarken saldırıya maruz kalabiliyordu. Bu tür saldırılar, vahye muhalefetin herhangi bir değer tanımadan yapıldığını gösteriyordu. Şiddetin en büyüğünü, kimsesi olmayan köle ve mevâlîler yaşıyordu.” Bu süreçte Müslümanlar küçük düşürücü hareketlere de maruz kaldılar. Mekkelilere ilâhî azap hatırlatıldığında alay ederek “Rabbimiz! Hesap gününden önce payımıza düşen azabı hemen şimdi ver!” demekten çekinmiyorlardı. Onların bu küçümseyici ve alaycı davranışları birçok âyette ifade edilmiştir.
Ayetler, önceki ümmetlerden benzer sıkıntılara uğrayanlara dair dokunaklı örnekler vererek Müminlere inançlarından dolayı başlarına gelen bu eziyetlere sabretmelerini öğütlüyordu. Bunlardan biri de Mekke’ye yakın bir bölge olan Necran’da gerçekleşen Uhdůd Ashâbı hadisesiydi. Burûc sûresinde aktarılan bu hadiseyle önceki ümmetlerden, tevhid inancına sahip insanların ateş dolu çukurlara atıldıkları hatırlatılmış, böyle bir olaydan çıkartılması gereken sonuçlara dikkat çekilmiştir. Benzer şekilde Müslümanların mâruz kaldığı işkence ve baskılar daha pek çok âyete yansımıştır.
Müslümanlara yapılan işkenceler şiddetlenip dayanılamaz hale geldiğinde, Hz. Peygamber sayıları on beş civarında olan bir grubun Habeşistan’a hicret etmesine izin verdi. Habeşistan kralı Necâşî Ashame’nin gelenleri iyi karşılaması üzerine sayıları yetmişi aşan ikinci bir kafile daha Habeşistan’a hicret etti. Kureyş’in diplomatik bir hamle ile Habeşistan’a hicret edenleri geri getirmeyi başaramaması, ileriki yıllarda Müslümanlara karşı ağır müeyyideler içeren bir boykot kararı alınmasına sebep oldu.
Müşrikler, Müminleri psikolojik olarak da yıpratmayı hedeflemekteydiler. Nitekim Ehl-i kitap olan Bizanslıların, ateşe tapan (putperest) Sâsânîlere yenilmesi olayını bile bunun için bir fırsat bilmişlerdi. Kur’ân ise bu sevincin erken olduğunu, birkaç yıl içinde Bizans’ın galip geleceğini bildirmişti. Hıristiyanların putperestleri yenmesi gibi Müslümanların da Kureyşli Müşrikleri yeneceğine işaret eden bu haber, gerçekten de olmuş ancak Müşrikler bundan bir ders çıkaramamışlardır.
Mekke döneminde yaşanan önemli olaylardan biri de İsrâ ve Mi’rac mucizesidir. Peygamberimiz, Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksa’ya bir gece yolculuğu yaptı ve kendisine birtakım âyetler gösterildi. Müslümanlar bütün bu zorluklarla mücadele ederken bu olay ile moral bulmuşlardı. Müşrikler bu olayın etkisiyle bir süre eziyetlerine ara verdiler. Peygamberimizin Mescid-i Aksa’da namaz kıldırması, oradan semaya yükselip peygamberlerle görüşmesi İslâm’ın diğer dinler karşısında hâkim konuma ulaşacağına dair de bir mesajdı.
Müşriklerin baskıları nedeniyle Müslümanlar Mekke dışında güvenli bir yurt aramaya başladılar. Yapılan ön görüşmeler ile Yesrib’de (Medine) hicretin altyapısı oluşturuldu. Hicret emri gelince Müslümanlar küçük gruplar hâlinde Medine’ye göçmeye başladılar. Müşrikler, Müslümanların göç hazırlıklarından haberdar olunca tüm kabile liderlerinin katılımıyla Dârü’n-nedve’de toplandılar. Uzun süren tartışmalardan sonra Allah Resûlü’nü (sas) öldürme kararı aldılar. Onların bu planları Kur’ân’da şöyle ifade edilmiştir: “Hatırlar mısın? İnkâr edenler seni etkisiz hâle getirmek veya öldürmek ya da yurdundan çıkarmak için tuzaklar kuruyorlardı, onlar tuzak kuruyorlardı Allah da bozuyordu. Tuzak bozma işini en iyi yapan Allah’tır.” Sonunda Yüce Allah’ın yardımı ile Peygamber Efendimiz ve arkadaşı Hz. Ebû Bekir Medine’ye vardı.
Müslümanlar Medine’ye ulaştıktan sonra da Mekkelilerin saldırıları bitmedi. Hicretten yaklaşık bir sene sonra Bedir, daha sonraki yıllarda da Uhud ve Hendek savaşları yapıldı. Mekkelilerin saldırganlığı, Mekke’nin fethine kadar devam edecekti.
Medine’de gerçekleşen ama Mekke’yi hususiyle de Kâbe’yi yakından ilgilendiren önemli olaylardan birisi de kıblenin değişmesidir. Bu, tevhidin yeni merkezi Medine ile Mekke arasındaki bağın devamlılığını sağlayan unsurlardan biri olmuştur. Müslümanların Mescid-i Aksa’ya dönerek ibadetlerini yapmaları, Medine’ye hicret ettikten sonra on altı veya on yedi ay daha devam etti. Ancak Hz. Peygamber (sas), Kabe’ye yönelmeyi arzuluyordu. Nihayet beklenen haber âyetin devamında “Artık yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir, nerede olursanız olun yüzünüzü o yöne çevirin.” ifadeleriyle bildirildi. Nerede olurlarsa olsunlar Müslümanların bundan böyle yönelecekleri kıble Mescid-i Harâm olarak tayin edildi.
Mekke ticaret yolu güzergâhında bulunan bazı kabilelerin Müslüman olması ve yapılan ittifak anlaşmaları, Mekke’nin tek geçim kaynağı olan ticareti büyük ölçüde etkilemişti. Buna başka olumsuz şartlar da eklenince hicretin beşinci yılında Mekke’de kıtlık başladı. Bu sıkıntılı dönemde Hz. Peygamber’in Mekkeli fakirlere yardımda bulunması, Ebů Süfyân’a ait bir ticarî kervanın geçişine izin vermesi ve Mekkelilerin stoklarında bulunan derilerin Medine hurmaları ile değiştirilmesini teklif etmesi bir nebze olsun Mekkelileri Müslümanlara karşı yumuşatmıştı.
Medine’ye hicret eden Müslümanların Mekke’ye olan özlemleri hiç dinmedi.
Bir gün Müşriklerin İslâm’ı tanıyacaklarına, aralarındaki düşmanlığın biteceğine ve böylece Mekke’ye döneceklerine inanıyorlardı: “Belki de Allah sizinle onlardan düşmanınız olan kimseler arasında (karşılıklı) bir dostluk meydana getirecektir. Allah dilediği her şeye gücü yetendir. Allah bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir. 9% Peygamberimizin ve muhacir Müminlerin Mekke özlemi gün geçtikçe daha çok artıyordu. Hz. Peygamber (sas) hicretin altıncı senesinde umre yapmak amacıyla
Mekke’ye doğru yola çıktı. Beraberinde bin dört yüz Müslüman da vardı. Silahsız olarak, kurbanlık hayvanlarıyla (hedy) birlikte yola çıktılar. Mekkelilerin bu ziyarete izin vermemeleri ve Hudeybiye Antlaşması’nın yapılmasıyla sonlanan süreç, Müminler için büyük fethin kapısını aralamıştı. Müslümanlar bu ziyareti anlaşma gereği bir sonraki yıl gerçekleştirdiler,
Mekkeli inkârcıların Hudeybiye Antlaşması’nı çiğnemesi üzerine Hz. Peygamber (sas), Müslümanlara sefer hazırlığı emrini verdi. Haber gönderilerek sefere çağrılan müttefik kabilelerin de katılımıyla Müslümanların sayısı on bini aşmıştı. Hedef Mekke’ydi. Mekke’yi çevreleyen dağlara gelindiğinde binlerce asker şehri kuşatınıştı. Nihayet Hz. Peygamber ordusu ile bir çatışma olmadan şehre girdi. Hicretin sekizinci yılının ramazan ayına denk gelen bu fetih bir dönüm noktasıydı. Yirmi yılı aşkın bir süredir Müslümanlara akla hayale gelmeyecek eziyetler yaşatan Mekke teslim olmuştu. Toplanan Mekke halkına hitap eden Allah Resûlü (sas), genel af ilân etti. Kâbe, tevhid karşıtı tüm sembollerden temizlendi. Müslümanların kazandığı bu büyük zafer, Kur’ân âyetlerine şöyle yansımıştır: “Allah’ın yardımı ve fetih (Mekke fethi) geldiğinde ve insanların bölük bölük olarak Allah’ın dinine girdiğini gördüğünde, Rabbine hamd ederek tesbihte bulun ve O’ndan bağışlanma dile. Çünkü O tövbeleri çok kabul edendir. Mekke’nin fethiyle İslâm’ın dünya üzerindeki yayılışı başlamış oldu. Bu durumu Peygamber Efendimiz şu sözleriyle dile getirdi: “Fetihten sonra hicret bitmiştir. Sadece (Allah’a karşı samimi) niyet ve cihad vardır.”
Mekke’nin fethinden bir yıl sonra, hicretin dokuzuncu yılında Müşriklerin Kâbe’ye yaklaşmaları yasaklandı: “Ey iman edenler! Bilin ki Allah’a ortak koşanlar pisliğe batmışlardır, artık onlar bu yıldan sonra Mescid-i Harâm’a yaklaşmasınlar. Aynı şekilde müşrik kabileler ile yapılan ancak gereğince davranılmayan anlaşmaların dört ay içinde sonlandırılacağı ilan edildi. Anlaşmalarını bozmayan kabilelere ise belirlenen sürenin bitimine kadar mühlet verildi, Müşrikler ve onlarla yapılmış olan anlaşmalarla ilgili bu yeni düzenleme, hicretin dokuzuncu yılında Hz. Ebû Bekir önderliğinde yapılan hac sırasında ibadet için gelen tüm Araplara duyuruldu.
Hicretin onuncu yılında hac ibadetine Allah Resûlü’nün (sas) de iştirak edeceği haberi tüm Müslümanları heyecanlandırmıştı. Bundan dolayı bu seneki hac ibadetine katılım oldukça yüksek oldu. Câhiliye âdetlerinden arındırılmış hac ibadeti, bizzat Hz. Peygamber’in uygulaması ile yerine getirildi. Yüz bini aşan kalabalık Arafat vakfesine durmuştu. Burada Peygamberimiz “Vedâ Hutbesi” olarak bilinen meşhur konuşmalarını yaptı. Hutbenin verildiği gün, Kur’ân’ın emir ve yasaklarla, müjde ve uyarılarla ilgili bütün emirlerinin tamamlandığını işaret eden şu âyet nazil oldu: “Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, size nimetimi tamamladım, sizin için din olarak İslâmiyet’i seçtim. ” Sevgili Peygamberimiz bu konuşmasından seksen bir gün sonra vefat etti. Vefatından dokuz gün önce tüm insanlara, âhirette davranışlarının hepsinden hesaba çekileceklerini ve yaptıklarının karşılığının verileceğini anlatan son âyet nazil oldu: “Bir günden sakının ki, onda Allah’a döndürüleceksiniz, sonra kimseye zulmedilmeden herkese hak ettiği tam olarak verilecektir.”
Hz. Peygamber (sas) tevhidin kalesi, doğup büyüdüğü şehir Mekke’ye olan büyük sevgisi ve özlemine rağmen, dava arkadaşlarına olan bağlılığını göstermek için hayatının kalan kısmını Medine’de geçirdi. Medine’de vefat etti ve burada defnedildi.
Mekke, Hz. Adem’den başlayıp Hz. Muhammed (sas) ile son bulan kutlu tevhid davasının ilk ve son durağı, yeryüzündeki tüm Müminlerin yüzlerini döndükleri kıblegâh, Allah Teâlâ’nın “evim” dediği Kâbe’nin şehridir. “Oku!” emri ile başlayan vahyin indiği Hira mağarası, Mekke’dedir. Risâlet süresince Mekke’nin her karış toprağı ilâhî vahyin şahitliğini yapmıştır. Yüzlerce âyet Mekke’yi anlatır, her zaman taptaze kalan canlı anlatımlarıyla. Duyabilen kulaklara, hissedebilen gönüllere lisan-ı hâl ile kim bilir neler anlatmaktadır bu kutlu belde? Zira diğer peygamberlerin ve Peygamber Efendimizin yaşadığı acı ve tatlı tüm anılar, ettiği dualar Mekke’nin bağrında saklıdır. Kıyamete kadar sürecek zaman yolculuğunda anılarını paylaşmak üzere ziyaretçilerini hac ve umre için bekler durur Mekke.
Answer ( 1 )
Please briefly explain why you feel this answer should be reported.
Mekke, Kâbe’nin bulunduğu ve hac ile umre ibadetlerinin ifa edildiği kutsal bir şehir olup, İslam’da özel bir yere sahiptir. Mekke, Arap yarımadasının kuzeyindeki Batnımekke (Bekke) adı verilen bir vadi üzerinde kurulmuştur ve merkezinde Kâbe’nin yer aldığı bu vadide, çeşitli kutsal dağlar ve hac ibadetinin önemli mekânları olan Arafat, Müzdelife ve Mina yer almaktadır. Kur’an’da “ekin bitmeyen bir vadi” olarak nitelendirilen Mekke, kurak ve sıcak bir iklime sahiptir ve zaman zaman sel baskınlarına uğramıştır.
Mekke’nin en önemli özelliği, Allah’a kulluk amacıyla yapılan ilk mâbed olan Kâbe’nin burada bulunmasıdır. Bu kutsal şehir, Kur’an’da çeşitli isimlerle anılmıştır: Mekke, Bekke, “ümmülkurâ” (şehirlerin anası), “el-beledü’l-emîn” (güvenli şehir) gibi adlar Mekke’ye verilmiştir. İslam tarihinde Mekke’nin önemi, Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail’in burada Kâbe’yi inşa etmeleriyle başlamış, daha sonra Hz. Muhammed’in doğum yeri ve peygamberliğin tebliğ edildiği yer olmasıyla perçinlenmiştir.
Mekke, İslam’ın doğuşundan itibaren hem dinî hem de ticari bir merkez olmuştur. Hz. Muhammed’in peygamberliği döneminde Mekke’de İslam tebliğ edilmeye başlanmış, ancak müşriklerin baskısı nedeniyle Müslümanlar Medine’ye hicret etmek zorunda kalmışlardır. Mekke’nin fethi ise, İslam tarihinin en önemli olaylarından biridir ve 630 yılında barış yoluyla gerçekleşmiştir. Fetihten sonra Mekke, İslamiyet’in merkezi haline gelmiş ve Kâbe, Müslümanların kıblesi olmuştur.
İslam âlimleri ve coğrafyacıları, Mekke’yi dünya haritalarının merkezi kabul etmiş ve şehri kutsal bir coğrafya olarak tanımlamışlardır. Mekke’yi ziyaret eden hacıların ibadetleri sırasında Kâbe etrafında tavaf etmeleri, dünyanın kendi etrafında dönüşünü sembolize eder. Mekke’nin bu kutsal konumu, şehre tarih boyunca birçok isim verilmesine de neden olmuştur.