Paylaş
Peygamberimizin soyu ve ailesi
Question
Hz Peygamber’in soyu ve ailesi
Peygamberimizin Soyu
O, Allah’ın kullarının en üstünü ve O’nun katında en değerlisidir. O, Allah’ın Peygamberi Hz. İbrahim’in oğlu peygamber Hz. İsmail’in soyundan olup Muhammed b. Abdullah b. Abdulmuttalib b. Hâşim b. Abdimenaf b. Kusay b. Kilâb b. Murra b. Ka’b b. Lüey b. Gâlib b. Fihr b. Mâlik b. en-Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyas b. Mudar b. Nizâr b. Ma’d b. Adnân’dır.
Adnan, ittifakla Hz. İbrahim’in oğlu Hz. Ismail’in neslindendir. Fakat Adnan ile Hz. İsmail arasındaki kişilerin sayıları ve isimleri tam olarak bilinmemektedir.
Hz Muhammed’in soyu ve ailesi
Fihr b. Mâlik -veya Nadr b. Kinâne- ise “Kureyş” lakabıyla anılan kişidir. Ona nispet edilen nesli de “Kureyş Kabilesi” olarak meşhur olmuş tur. Bu kabile diğer Araplar arasında şan, şeref, itibar ve asaletle tanınmaktadır.
Önceleri bu kabile, Kusay b. Kilâb’a kadar Mekke’nin çevresine dağılmış vaziyetteydi. Kusay gelince Kâbe’nin mütevellisi oldu ve Kureyş’i toplayarak Mekke’ye yerleştirdi. Kâbe’nin mütevelliliğinden maksat ise, onun perdedarlık ve muhafızlık (hicâbe ve sidâne) hizmetleriydi. Kâbe’nin anahtarı Kusay’ın elindeydi ve onu dilediği zaman, dilediğine açıyordu. Aynı zamanda Kusay, Kâbe için sikâye ve rifâde hizmetlerini de başlatan ilk kişiydi. Sikâye, “hurma veya bal yahut kuru üzüm ve benzeri maddeler den elde edilen tatlı sudur.” Kusay bunları deriden imal edilmiş havuzlarda hazırlatır ve hacılara ikram ederdi. Rifâde ise “hac mevsiminde hacılar için hazırlanan yiyeceklerdir.” Ayrıca Kusay, Kâbe’nin kuzey cephesine “Dâru’n-Nedve” adıyla bilinen bir ev de inşa etti. Burası Kureyş’in istişare meclisi ve toplumsal kararların alındığı bir merkez durumundaydı. Bütün meseleler ve kararlar bu mecliste görüşülüp hâlledilirdi. Sancak ve komuta da Kusay’ın elindeydi; savaş sancağı sadece onun eliyle dikilirdi. Kusay, cömert, kavmi arasında sözü dinlenen ve son derece akıllı biriydi.
Peygamber Ailesi
1. Hâşim: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ailesi, dedesi Hâşim b. Abdimenâf’a mensubiyetinden dolayı, “Hâşimî Aile” olarak biliniyordu. Hâşim, Abdimenaf b. Kusayoğulları içerisinde hacılara tatlı su ve yiyecek ikramı hizmetlerini üstlenen kişiydi. Zengin ve şan şeref sahibi biriydi. Mekke’de hacılara ilk defa tirit yemeği ikram etti. Asıl adı Amr olmasına rağmen (tirit yemeğine) ekmek doğradığı (heşm) için Hâşim diye isimlendirilmiştir. Ayrıca Kureyş’in yaz ve kış olmak üzere iki mevsimde gerçekleştirdiği yolculuk geleneklerini başlatan ilk kişi de odur. Şair bu hususu şöyle dillendirir:
“Kavmi için tirit yemeğine ekmek doğrayan Amr,
Kıtlık ve açlığın pençesinde kıvranan Mekke’deki kavmine,
Her iki yolculuk geleneğini başlatan odur:
Kış seferi ve yazların yolculuğunu!”
Rivayet edildiğine göre Hâşim, ticaret için Mekke’den Şam’a doğ ru yola çıkar. Medine’ye vardığında Adiy b. Neccâroğullarından biri olan Amr’ın kızı Selma ile evlenir. Daha sonra Abdulmuttalib’e hamile kalan eşini ailesinin yanına bırakarak tekrar Şam yoluna koyulur. Ancak ömrü vefa etmez ve Filistin toprağı Gazze’de ölür. Hanımı Selma ise miladi 497 yılında Abdulmuttalib’i doğurur; saçındaki bir aktan dolayı ona Şeybe adını koyar ve onu, Yesrib (Medine)’deki baba ocağında büyütmeye başlar. Bu sebeple Mekke’deki ailesinden hiç kimsenin Abdulmuttalib’den haberi olmaz.
2. Abdulmuttalib: Şeybeyani Abdulmuttalib- yedi veya sekiz yaşılarında bir çocuk olduğunda, Muttalib ondan haberdar oldu ve onu almak üzere yolculuğa çıktı. Onu görünce de gözleri doldu, onu bağrına basti ve bineğinin terkisine bindirdi. Abdulmuttalib ise annesinin izni olmadan gelmeyeceğini belirtti. Bunun üzerine Muttalib annesinden, onu kendisiyle birlikte göndermesini istedi, o da kabule yanaşmayınca ona “O, babası nin mülküne ve Allah’ın evine (Harem-i Şerif) gidiyor” dedi. Annesi bunu duyunca gitmesine izin verdi. Muttalib, onu bineğinin terkisine bindirmiş bir vaziyette Mekke’ye girince, insanlar “Işte bu, Muttalib’in kölesidir (Abdulmuttalib)” dediler. O da onlara “Yazık size! O kardeşim Hâşim’in oğlu!” dedi. Abdulmuttalib, Muttalib’in yanında büyüdü ve yetişti. Daha sonra Muttalib, Yemen topraklarındaki Redman denilen yerde vefat etti. Hâşim’in üstlendiği görevleri o devralmıştı. Onun ölümünden sonra da Abdulmuttalib bunları üstlendi. Atalarının, kavmine yaptığı hizmetleri o da sürdürdü. Bu yüzden kavmi arasında daha önce atalarından hiç kimse nin erişemediği bir üstünlük ve şeref elde etti. Kavmi onu sevdi ve arala rindaki itibarı ve önemi arttı.
Kâbe ile ilgili olarak Abdulmuttalib’in yaşadığı iki önemli hâdise vardır:
Biri, zemzem kuyusunun kazılması, diğeri Fil Olayı.
Birincisi özetle şöyledir: Abdulmuttalib’e rüyasında zemzemin yeri tarif edilerek kuyunun kazılması emredildi. O da kalkıp kazmaya başladı ve orada Cürhüm kabilesinin Mekke’den sürgüne gönderilirken gömmüş oldukları kılıçları, zırhları ve altından yapılmış iki ceylan heykelini buldu. Kılıçları eritip Kâbe’ye kapı yaptı ve iki ceylanı da altın plaka hâline getirerek bu kapıya yerleştirdi. Hacılar için de zemzem suyunu hizmete açtı.
Zemzem kuyusu bu şekilde belirgin hâle gelince Kureyş, Abdulmuttalib ile bu konuda tartışmaya girerek “Bizi de buna ortak et” dediler. O da “Bunu yapmam. Bu, sadece bana verilmiş bir özelliktir” dedi. Ancak Kureys, israrından vazgeçmedi ve nihayetinde hep beraber Sa’d b. Hüzeym oğullarının kâhinesine danışmaya karar verdiler. Kadın, Şam’ın yüksek kesimlerinde oturuyordu. Ona gitmek üzere yola çıktılar. Yolda suları tükenince Allah, Abdulmuttalib’e yağmur lütfederken, Kureyşli grubun üze rine tek bir damla bile yağmadı. Bunun üzerine Allah’ın, zemzem suyunu Abdulmuttalib’e tahsis etmiş olduğunu anladılar ve geri döndüler. İşte tam o esnada Abdulmuttalib, Allah’ın kendisine on erkek evlat bağışlaması ve kendisini koruyup kollayacak yaşa gelmeleri hâlinde içlerinden birini Kâbe’nin yanında kurban edeceğine dair adakta bulundu.”
İkinci hâdise ise kısaca şöyledir:
Necâşi’nin Yemen valisi Ebrehe b. es-Sabah el-Habeşi, Arapların hac için Kâbe’ye gittiklerini görünce, San’a’da büyük bir kilise inşa eder ve Arapların oraya gelip haccetmelerini ister. Kinâneoğulları’ndan bir adam bunu duyunca gece vakti söz konusu kiliseye girerek kıble duvarını diş kısıyla kirletir. Durumu haber alan Ebrehe, buna çok öfkelenir ve 60 bin kişilik devasa bir ordu hazırlatarak Kâbe’yi yıkmak üzere yola çıkar. En büyük fillerden birini de kendine tahsis eder. Orduda dokuz veya on üç fil vardır. Nihayetinde ordu Muğammis” denilen yere ulaşır. Orada Ebrehe, ordusunu denetler, filleri hazırlar ve Mekke’ye girmeye koyulur. Müzde life ile Mina arasındaki Muhassir vadisine geldiklerinde fil olduğu yere çöker kalır ve Kâbe’ye doğru yaklaşmak için yerinden kıpırdamaz. Fili güneye veya kuzeye ya da doğuya doğru çevirdiklerinde kalkıp koşma ya başlar, ancak Kâbe yönüne döndürdüklerinde çöker. İşte tam o esnada Allah Teâlâ, ebâbîl kuşlarını gönderir. Onlara çamurdan sertleşmiş taşlar atıp onları yenilmiş, çiğnenmiş ekin yaprağına çevirirler. Bu kuşlar, kırlangıç ve sığırcık kuşuna benziyordu. Her kuş, biri gagasında, diğer ikisi de ayaklarında olmak üzere üç taş taşıyordu. Nohut büyüklüğündeki bu taşlar, isabet ettiği kimsenin organlarım parçalıyor ve onu öldürüyordu. Ancak bunlar herkese isabet etmiyordu. Bazıları da kaçışırken birbirlerini ezdi ler ve sağda solda perişan olup gittiler. Ebrehe’ye ise Allah Teâlâ öyle bir hastalık verdi ki bütün parmakları lime lime koptu ve San’a’ya ulaştığında bir hayvan yavrusu gibi zayıflamış, küçülmüş ve göğsü kalbine çökmüş durumdaydı. Daha sonra o da mahvolup gitti.
Bu sırada Kureyş, ordunun kendilerine zarar verebileceği endişesiyle vadilere dağılmış, dağ başlarına sığınmışlardı. Ordunun başına gelenler den sonra onlar da evlerine huzur ve güven içerisinde döndüler.”
Bu olay, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in doğumundan yaklaşık 50 yahut -çoğu tarihçinin görüşüne göre- 55 gün önce Muharrem ayında gerçekleşmişti. Bu da milâdî olarak 571 yılının Mart aylarının başları na veya sonlarına denk düşmektedir. Gerçekte bu hâdise, Yüce Allah’ın, Peygamberi’ne ve onun ailesine bir hediyesiydi. Çünkü Beyt-i Makdis’e baktığımızda, o dönemin Müslümanlarının yönetimi altında olmasına rağmen bu kıblegâhın, Allah düşmanı müşrikler tarafından iki defa işgal edildiğini görürüz. Nitekim M.Ö. 587 yılında Buhtunnasr ve M. 70 yılın da Bizanslılar zamanında yaşananlar bunu göstermektedir. Oysa Habeşis tan Hıristiyanları, kendi devirlerinin Müslümanları olmalarına ve Kâbe ahalisi de müşrik olmalarına rağmen Kâbe’yi istila edememişlerdir. Bu da Allah Teâlâ’nın bu evi, mukaddes kılınması için seçtiğini göstermek tedir. Bu kutsallık da ancak oranın halkından bir peygamberin çıkmasını gerektirecektir.
3. Hz. Peygamber’in babası Abdullah: Annesi Fâtıma bintAmr b. Âiz b. İmrân b. Mahzûm b. Yakaza b. Murra’dır. Abdullah, Abdulmuttalib’in çocuklarının en yakışıklısı, en nezih ve dürüst olanı ve babası tarafından en çok sevileniydi. Ayrıca Allah’a kurban olarak sunulan kişiydi. Şöyle ki: Abdulmuttalib, oğullarının on kişiye ulaştığını ve artık kendisini koruyup kollayacaklarını anladığı zaman onlara adağından söz etti, onlar da buna itaat edip boyun eğdiler. Bunun üzerine “Kimin kurban verileceğine dair bir kur’a çek” denildi. Çekilen kur’a Abdullah’a çıktı. Babasının en çok sevdiği evladı olduğu için bu defa “Allah’ım! Ya o ya da yüz deve” diyerek Abdullah ile yüz deve arasında kur’a çekti ve kur’a develere çıktı.
Bir diğer rivayete göre olay şöyle gelişmiştir:
Abdulmuttalib, çocuklarının isimlerini fal oklarının üzerine yazar ve bunları Hübel putunun hizmetkârına verir. Onun çektiği ok da Abdullah’a çıkar. Bunun üzerine Abdulmuttalib yanına bir bıçak alarak Abdullah ile birlikte Kâbe’ye doğru yönelir. Onu kurban etmek niyetindedir, ancak Kureyşliler, özellikle de Abdullah’ın Mahzumoğulları’ndan dayıları ve kardeşi EbûTâlib onu engellerler. Bu durumda Abdulmuttalib “Peki, ben adağımı ne yapacağım?” diye sorar. Ona, gelecekte olacaklardan haber ve ren (arrâfe) bir kadına gidip danışmasını tavsiye ederler. O da ona gider ve görüş alır. Kadın, Abdullah ile on deve arasında kur’a çekmesini, eğer yine Abdullah’a çıkarsa, Rabbini razı edip (kur’a develere çıkıncaya ka dar) develeri onar onar artırmasını, sonra da o develeri kesmesini söyler. Abdulmuttalib döner ve Abdullah ile on deve arasında kur’a çeker. Ancak bu kur’a Abdullah’a çıkmıştır. Develeri onar onar artırmasına rağmen seferindekur’a yine Abdullah’a çıkar. Nihayetinde develerin sayısı yüze ulaşıp da kur’a çekilince, bu defa develere çıkar. Develer kesilir ve öylece bırakılır. Ne bir insan ne de yırtıcı bir hayvanın ona yanaşmasına engel olunmazdı. O zamana kadar Kureyşlilerde ve Araplarda diyetin ölçüsü on deve olmasına rağmen, bu olaydan sonra yüz deveye yükselmiştir. İslâm da bu ölçüyü onaylamıştır. Ayrıca bu olayla ilgili olarak Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in, Hz. İsmail ve babası Abdullah’ı kastederek “Ben iki kurbanın evladıyım” dediği rivayet edilmektedir.
Abdulmuttalib, oğlu Abdullah için AminebintVehb b. Abdimenaf b. Zühre b. Kilâb’ı eş olarak seçti. Amine, soyu ve toplumdaki itibarı açısın dan dönemin Kureyş kabilesinin en üstün kadını sayılıyordu. Babası Vehb de nesep bakımından Zühreoğulları eşrafındandı. Abdullah, Âmine ile ev lenip onunla Mekke’de zifafa girdi. Kısa bir müddet sonra Abdulmuttalib, Abdullah’ı, kendilerine hurma getirmesi için Medine’ye gönderdi. Ancak Abdullah Mekke’ye dönemeden orada vefat etti. Abdullah’ın ticaret için Şam’a gittiği, Kureyş’e ait bir kervanla hasta vaziyette Medine’de konak layıp orada vefat ettiği ve Nâbiga el-Ca’dî’nin evine defnedildiği de söylenmektedir. Vefat ettiğinde 25 yaşındaydı ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem doğmadan önce ölmüştü. Tarihçilerin çoğunun görüşü bu yön dedir. Ancak Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in doğumundan iki ay veya daha fazla bir süre sonra vefat ettiği de nakledilmektedir. Vefat haberi Mekke’ye ulaştığında Âmine, ona çok dokunaklı bir ağıt yakarak şöyle demiştir:
“Çölün ırak bir noktası, aldı benden Hâşimoğlunu,
Aile ocağından uzakta, kefenler içinde mezara girdi,
Ölümler bir defa çağırdı onu; o da çağrıya kulak verdi,
Ama ölüm, insanlar arasında geriye Hâşimoğlu gibisini bırakmadı.
Bir akşamüzeri gittiler cenazesini taşımak üzere,
Dostları, izdiham içinde onun için yarıştılar.
Ölümler ve ölümün musibetleri onu ansızın yakalamışsa eğer,
O çok cömert ve çok acıyan, merhametli biriydi.”
Abdullah’ın geriye bıraktığı bütün serveti, beş deve, birkaç koyun ve Ümmü Eymen künyesiyle bilinen ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e dadılık yapmış olan, Bereke adındaki Habeşli bir cariyeden ibaretti.
Dini Sitelerimiz:
BENZER KONULAR:
Answer ( 1 )
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) soyu ve ailesi, İslam tarihinde önemli bir yer tutar. Peygamberimizin soyu “Haşimoğulları” adıyla bilinen bir aileden gelir ve soyu İbrahim Peygamber’in oğlu İsmail’e dayanır. Bu soydan gelenler arasında saygın bir yere sahip olan dedesi Abdulmuttalib, Mekke’nin liderlerinden biri olarak tanınırdı. Peygamber Efendimizin soyu şu şekildedir:
1. Peygamberimizin Soyu: Hz. Muhammed’in (s.a.v.) tam soyu “Muhammed bin Abdullah bin Abdulmuttalib bin Haşim” şeklindedir. Kısaca aile ağacını özetlersek:
2. Peygamberimizin Çocukları ve Aile Hayatı: Hz. Peygamber’in evlilikleri ve çocukları da İslam tarihinde önemli bir yere sahiptir. Peygamberimizin iki önemli evliliği ve bu evliliklerden altı çocuğu olmuştur.
3. Peygamberimizin Torunları: Hz. Fatıma ve Hz. Ali’nin çocukları olan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) soyunu devam ettirmişlerdir. Peygamberimizin torunları İslam toplumunda derin bir saygı görmüş ve İslam kültürünün önemli figürleri olmuşlardır.
Nebevî Tavsiyeler ve Aile Değerleri: Peygamber Efendimiz, ailesine karşı büyük bir şefkat, sevgi ve saygı göstermiştir. Onlara İslam ahlakının en güzel örneklerini sunmuş, sabırlı, merhametli, hoşgörülü ve adil olmayı öğütlemiştir. Peygamberimizin ailesi, Müslümanlar için ahlak ve dini hayat açısından örnek bir model olmuştur. Özellikle aile fertlerine ve çocuklarına karşı davranışlarında büyük bir nezaket ve şefkat göstermesi, ümmetine de bu yönde bir rehberlik sunmuştur.