Sahabe-i kirama bakışımız nasıl olmalıdır?

Bildir
Question

Please briefly explain why you feel this question should be reported.

Bildir
İptal

İslamda Sahabe İnancı

Sahabe Hakkinda Inancimiz

Sahabe Hakkında İnancımız

Arapçada “sahb ve sahâbe” kök-fiilinden türeyen ‘Sahâbe’ kelimesi, aynı kök-fiilden ism-i fâil olan “sâhib” sözcüğünün çoğuludur. Çoğul anlamını karşılamak üzere “ashâb” terimi de sıkça kullanılmaktadır. Tekili ise “sahâbî” şeklinde gelir.  “Rasûlullah’ın arkadaşları” şeklindeki terim anlamını kazanmadan önce, “sâhib – sahâbî – sahâbe – ashâb” kelimeleri, mü’min-kâfir ve dost-düşman ayırımı yapılmadan genel anlamda arkadaşlığı ifade etmek üzere kullanılıyordu. Ancak İslâmiyet’le birlikte bu kelimeler genel anlamından çıkarılarak “Rasûlullah’ı görüp kendisine inanan arkadaşlarının adı” olarak kullanılmaya başlanmış, bu kullanımı da ilk defa Rasûlullah bizzat kendisi yapmıştır. Nitekim o, arkadaş ları hakkında ileri geri konuşulmasını yasaklarken “Ashâbımdan hiçbiri aleyhinde konuşmayın.” () ifadesini kullanmış, dostları arasında hayır sahibi olan bir grubu tarif ederken söze “Sahâbenin hayırlılari…” ( diyerek başlamıştır. Sahâbe ve tâbiîn döneminde “sâhibü’n-nebî”, “ashâbü’n-nebî”, “sâhibü Rasûlillâh”, “ashâbü Rasûlillâh” ve “ashâbü Muhammed” gibi tamlamalara sık sık rastlanması, keli menin çok erken bir dönemde terim anlamını kazandığını göstermektedir.

İbn Hacer el-Askalânî, sahâbîyi şöyle tarif eder: “Sahâbî, Rasûlullah’a mü’min olarak mülâkî olan -sahih görüşe göre araya irtidad devri girmiş olsa bile Müslüman olarak ölen kimseye denir. Mülâkî’ olmak lafzı içine, kendisi ile az veya çok beraber oturup kalkmış olan, kendisinden rivâyette bulunan ve bulun mayan, beraberinde savaşa katılan ve katılmayan, yanında uzun süre kalmayıp da kendisini sadece gören ve körlük gibi ârızî bir sebepten dolayı-yanında kaldığı halde kendisini göremeyen herkes dâhildir.”  İbn Hacer el-Askalânî’nin bu tarifini biraz açarak şöyle ifade etmek mümkündür: “Rasûlullah’a ilk vahyin geliş tarihi olan milâdî 6 Ağustos 610 tarihi ile vefat yılı olan hicri 13 Rebîulevvel 11 (8 Haziran 632) tarihleri arasında geçen yaklaşık 23 senelik peygamberlik süresi içerisinde hayatta bulunmuş, onunla bir şekilde karşılaşmış, kendisine iman etmiş ve Müslüman olarak vefat etmiş olan kişiye sahâbî denir.” Bu tarihler arasında hayatta bulunmamış, hayatta bulunsa bile Rasûlullah’a gelip görüşmek suretiyle iman etmemiş veya iman ettiği halde sonradan dinden çıkmış kimseler -Rasûlullah hayatta iken gelip yeniden iman etmemişlerse-sahâbî sayılmazlar.

Sahâbe yüksek bir makama ve eşsiz bir şerefe sahip değerli bir nesildir. Ancak onların değeri, masum olmak gibi bir özelliğe veya kendilerine geçilen bir iltimasa dayanmaz. Ashâbın değeri gönül rızasıyla iman etmiş olmak, Rasûlullah’a içten gelerek tâbi olmak, itaatte kusur göstermemek, emredilen ve yasaklanan hususları yerine getirme konusunda bîat etmek, Allah ve Rasûlü’nun arzusuna binaen yerini yurdunu terk edip hicret etmek, cihada davet edildiğinde tereddüt göstermeden koşmak, malî yardım istendiğinde infaktan çekinmemek, kardeşleriyle yardım laşma ve dayanışma konusunda fedakârlıkta bulunmak, mallarını ve canlarını seve seve Allah yolunda feda etmek şeklinde özetlenebilecek vasıflarından kaynaklan maktadır. Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de ashâbtan övgü ile bahsetmiştir. Nitekim Kur’ân onları tanıtırken mu’tedil bir topluluk olduklarını bildirmiş), Allah ve Rasûlü’ne iman edip tam teslimiyet gösterdiklerini ve büyük ecir kazandıklarını belirtmiş, Allah’ın kendilerinden, kendilerinin de Allah’tan razı olduklarını ve kendileri için ebedî olarak kalacakları cennetler hazırlandığını haber vermiştir.

Rasûlullah da ömrünü beraberlerinde geçirdiği ve fedakârlıklarını yaşayarak gördüğü ashâbtan söz ederken onları insanlık tarihinin en hayırlı nesli, ümmetin en hayırlıları, cehennem ateşinin yakmayacağı kimseler ve cennetlikler olarak tanıtmış, ayrıca ümmetin kendilerine ikramda bulunmasını, iyilik etme sini (0) ve aleyhlerinde konuşulmamasıni tavsiye etmiştir.

Ümmetin ilk nesli olan sahâbe dinde önemli bir yere sahiptir. Efendimizin her alandaki başarısını onlarsız düşünmek mümkün değildir. Onlar, bizzat Rasûlullah’tan öğrendikleri İslâm’ı pratik hayatta güzel bir şekilde tatbik etmek suretiyle kendilerinden sonra gelen ümmete canlı birer örnek olmuşlardır. Hata ve sevaplarıyla ashâb Rasûlullah’tan sonra İslâm’ı hayata geçiren ilk nesildir. Bundan dolayı Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem onların çizgisini getirdiği dinin ve kurduğu sistemin devamı olarak göstermiş ve ümmetin onları örnek almasını tavsiye etmiştir.

Ashâbın İslâm’ı yaymak ve Rasûlullah’ı korumak uğruna yaptığı bedenî ve malî fedakârlıklar, kendilerinden sonra gelen nesilleri imrendirecek ve hayrette bırakacak niteliktedir. İslâm, onların bu fedakârca davranışları sayesinde kök salmış ve yayılarak sonraki nesillere ulaşmıştır. Rasûl-i Ekrem ve onun hayatı, ahlâkı ve şahsiyeti ile ilgili bilinenler gözden geçirildiğinde, bunların tamamının ashâbdan nakledilen bilgiler olduğu görülür. Denebilir ki, ashâb olmasaydı bugün Kur’ân-ı Kerîm dışında Rasûlullah ve İslâm’la ilgili güvenilir hiçbir bilgi bulunma yacaktı. Bunun dışında Kur’ân-ı Kerîm’in sûre ve âyetlerinin iniş sebepleri, hadislerin sebeb-i vürûdu, Kur’ân hükümlerinin pratik hayata tatbiki ve açıklanması ile Allah Rasûlü’nun peygamberliği süresince yaptığı icraat hep ashâbin nakilleri saye sinde bilinmektedir. Eğer ashâb olmasaydı bu noktalardaki birçok incelik kapalı kalacak ve İslâm’ı doğru bir şekilde anlamak mümkün olmayacaktı..

Ashabın sayısı hakkında kaynaklara intikal etmiş kesin bir bilgi bulunmamak tadır. Aslında böyle bir bilginin ulaşmasına imkân da yoktur. Zira sahâbe, bugünkü manada sınırları belli olan ve zaman zaman nüfus sayımı yapılan bir ülkede yaşamamış, Arap Yarımadası sınırları içinde muhtelif kabilelerin belde ve köyle rine dağılmış, bir kısmı yerleşik bir kısmı göçebe olarak yaşayan topluluklardan meydana gelmişti. Yarımadanın dışından gelip Rasûlullah ile görüşen ve geri dönenler de vardı. Bundan dolayı kesin bir rakamdan bahsetmek mümkün değildir. Ancak Efendimiz’in vefatı esnasında 120.000 sahâbînin hayatta bulunduğuna dair rivâyetler dikkate alınırsa, sahâbenin toplam sayısının 100.000 civarında olduğu söylenebilir.

“(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve Ensâr ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemi ninden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” âyetinden de anlaşılacağı gibi sahabîlerin hepsi fazilet sahibi kimselerdir. Ancak bu fazilette eşit olmayıp bazı sahâbiler bazılarından faziletçe daha üstündür. İslâm âlimleri sahâbîleri çeşitli faziletlere göre bir takım tabakalara ayırmışlardır. Bunlardan tercih edilen, Hâkim en-Neysabûri’nin taksimatıdır. O, sahabeyi İslam’a giriş öncelikleri, hicret, cihat gibi durumlarına göre 12 tabakaya ayırmıştır:

1- Mekkede ilk Müslüman olanlar. Dört halife gibi.

2- Daru’n-nedve ashabi. Bunlar Dârünnedve’de müslüman olan Hz Ömer ile birlikte Rasûlullah’a biat edenlerdir.

3- Habeşistan’a hicret edenler.

4-Birinci akabe biatında bulunanlar.

5- İkinci akabe biatında bulunanlar.

6- Rasulullah Medine’ye girmeden önce Kuba’da kendisine yetişen muhâcirler.

7- Bedir ehli.

8- Bedir harbi ile Hudeybiye Antlaşması arasında hicret edenler.

9- Bey’atü’r-ridvan’a katılanlar.

10- Hudeybiye antlaşması ile Mekke’nin fethi arasında hicret edenler. Halid b. Velid ve Amr b. As bunlardandır.

11- Mekke fethinde Müslüman olanlar.

12- Mekke fethi gününde, Vedâ Haccı’nda veya başka bir yerde Rasûlullah’ı gören çocuklar. (105)

Abdülkâhirel-Bağdâdî, sahâbe içinde bulunan bazı grupları üstünlüklerine göre sıralarken en üstün grubun Hulefâ-yi Râşidîn ve aşere-i mübeşşerenin diğer altı şahsiyeri olduğunu belirtmiş, ardından sırasıyla Ehl-i Bedir’i, Uhud mücahidlerini ve Bey’atürridvân’a katılanları zikretmiş, bu sıralamada Ehl-i sünnet âlimlerinin icmâı bulunduğunu söylemiştir.

Hadis nakleden ve etmeyen bütün sahâbîler daha ilk dönemlerden itibaren adalet sahibi kabul edilmiş, hadis rivâyeti konusunda kuşku duyulacak yönleri bulunmadığına hükmedilmiştir. Sahâbenin adâleti Allah Teâlâ’nın onları Kur’ân-1 Kerîm’de, Rasulullah’ında hadislerinde tezkiye etmiş olmasına dayandırılmak tadır. Onların Rasûlullah adına hadis uydurmama ve yalan söylememe konusunda gösterdikleri titizlik ve bu anlamdaki gayretleri de bunu teyid etmiştir. Allah Kur’ân-ı Kerîm’de ashâbdan bahsederken, “Böylece sizi vasat (ölçülü ve adâletli) bir ümmet yaptık…” buyurmuş ve sahâbeyi “vasat bir ümmet” olarak tanıt makla onların “adâlet sahibi bir topluluk” olduklarını vurgulamıştır. Yine indiğinde ilk olarak ashâba okunmuş olan “Siz insanların iyiliği için yeryüzüne çıkarılan en hayırlı ümmetsiniz…” (0) âyetinde, en hayırlı topluluk olduklarından bahse dilen sahâbenin adâletine işaret bulunduğu belirtilmiştir.

Sahâbeyi yakından tanıyan Rasûlullah da “Bu ümmetin en hayırlı nesli benim çağdaşlarım olan sahâbedir.” (10) buyurarak onları methetmiş, ümmet için fitnelere ve bidatlere karşı güven kaynağı ilan ederek adâletlerine vurgu yapmıştır. Kur’ân ve Sünnet’teki bu ve benzeri naslara dayanarak muhaddisler başta olmak üzere Ehl-i sünnet âlimleri ashâbın tamamını âdil kabul etmiş, râvi olarak haklarında araştırma yapmaya gerek bulunmadığı görüşüne varmıştır. Burada önemle vurgu lanmalıdır ki, ashâbın adâlet ve fazilet sahibi olması mâsum oldukları anlamına gelmez. Aralarında hata edenler, günah işleyenler, hatta birbirleriyle savaşanlar olmuş, ancak Rasûlullah adına yalan söyleme ve hadis uydurma türünden kusur ları olmamıştır. Zaten sahâbenin âdil olduğundan bahsedildiğinde Rasûlullah adına yalan söylemedikleri ve hadis uydurmadıkları kastedilmektedir.

Hulefă-i Râşidîn dönemi olarak adlandırılan zaman diliminde (11-40/ 632-660) yaşanan hızlı gelişmelerde hep sahâbe nesli ön planda olmuş ve dönemin dinî, siyâsî ve sosyal hayatı tamamen onların elinde şekillenmiştir. Hulefâ-i Râşidîn dönemini hicrî 30 (650) yılından sonra ortaya çıkan fitne olaylarını göz önüne alarak “Fitne Öncesi Dönem” ve “Fitne Sonrası Dönem” olmak üzere iki kısma ayırmak mümkündür. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in hilâfet dönemleri ile Hz. Osman’ın hilâfetinin ilk altı yılına tekâbül eden “Fitne Öncesi Dönem’de sahâbe tartışma konusu yapılmamış, adâlet veya fazilet açısından sorgulanmamış, rivayetlerinin kabul edilip edilmeyeceği konusu gündeme gelmemiş, halifeler dâhil herkes birbirinden duyduğu hadisi almış, nakletmiş ve uygulamıştır.

Bu dönemde genel olarak sahâbe ile Ehl-i beyt mensubu sahâbîler arasında bir ayırım söz konusu olmamış, mescidler ortak kullanılmış, karşılıklı olarak evlilikler, ziyaretleşmeler, yardımlaşmalar ve görevlendirmeler olmuş, sonradan kesin çizgilerle ortaya çıkacak olan ve günümüzde de devam eden ayrılık bu dönemde görülmemiş, hatta hiç konuşulmamıştır. Yine sonradan tartışma konusu yapılacak ve inanç ve adâlet açısından sorgulanması gerektiği iddia edilecek olan Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvâm, Amr b. As, Mugîre b. Şu’be, Ebû Hüreyre, Muâviye b. Ebî Süfyan ve Velîd b. Ukbe gibi sahâbîler bu dönemde her üç halife nezdinde makbul ve muteber kimseler olarak muâmele görmüş; kumandanlık, välilik ve zekât âmilliği gibi üst seviyede görevlere getirilmiş, fetih hareketlerinin ön plandaki isimleri olmuşlardır. Onları yakından tanıyan ilk üç halife haklarında herhangi bir tereddüt duymadan kendilerine sınırsız yetkiler kullandırmış, onlar da güven veren icraatlarda bulunmuşlardır.

Hulefâ-i Râşidîn devrinin “Fitne Sonrası Dönem”inde sahâbenin azalması, sahâbî olmayan nüfusun kat kat artması ve bu nüfusun içinde ortaya çıkan fitne ehli bazı kimselerin kişkırtması neticesinde sahâbe arasında birtakım ihtilâflar ortaya çıkmış, hatta savaşlar olmuş, ancak karşılıklı olarak küfür, nifak ve irtidad ile suçlama yapılmamıştır. Bir sahâbînin bir başka sahâbîyi kâfir, münâfık veyal mürted ilan ettiğine dair bir bilgi sabit olmamış, bu konuda konuşulanlar sahâbe dışında bazı kimseler tarafından dile getirilmiş veya sonraki dönemlerde taraf olan bir kısım firka müntesipleri ve müellifleri tarafından ortaya atılmış ve tartışılmıştır. Hz. Ali döneminde ortaya çıkan bölünmelerde ve savaşlarda sahâbenin büyük bir kısmı tarafsız kalmış, birbirlerine karşı silah çekmekten uzak durmuştur. Hayatta olduğu bilinen binlerce sahâbîden Cemel ve Sıffin savaşlarına katıldığı tespit edilenlerin sayısı 35 civarındadır.

Sahâbe, halife olarak Hz. Ali’ye olan bîatini sürdürmüş, ancak beraberinde savaşlara katilmamıştır. Şam’da bulunan sahâbîlerin de azı dışında büyük bir kısmı müslümanlara karşı savaşmaktan uzak durmuştur. Cemel ve Sıffîn savaşlarında yer alan ve almayan sahâbîler birbirlerine müslümanca muâmelede bulunmuş, savaşlardan sonra ganimet alınmamış, taraflar birbirlerinin cenazelerine katılmış, namazlarını kılmış, imansızlık ithamı yapılmamış, lânet okunmamış ve duyulan pişmanlık en üst seviyeden ifadelerle dile getirilmiştir. Cemel ve Sıffîn’de yapılan savaşlar yönetimi ele geçirmeye yönelik değil, Medîne’yi basıp halife Hz. Osman’ı şehîd eden ve şehri abluka altında tutan âsîleri buradan uzaklaştırma ve halifenin katillerine kısas uygulanmasını temin etmeye yönelik birer teşebbüstür. Taraflar, gelişmeler esnasında yaptıkları konuşmalarda savaştan yana olmadıklarını, orta lığın ıslahı için hareket ettiklerini açık bir şekilde ifade etmiş, ancak şartlar işi savaşa götürmüştür.

Adalet ve faziletleri Kur’an ve Sünnet’le tescil edilmiş olan ashab konusunda, Rasûlullah’tan itibaren sahâbe asrının sonuna kadar yaşayan ve Selef-i salihin çizgisini temsil eden büyük ve küçük sahâbilerle bunların dizinde yetişen büyük tâbîler hassas davrandıkları ve onları saygıyla anıp hayırla yadettikleri halde zaman içinde -özellikle hicri 30 (650) yılı civarında fitne olaylarının zuhûr etme sinden sonra onları çeşitli şekillerde eleştiren, onlar hakkında saygısızca ifadeler kullanan, hatta tekfir edecek kadar ileri giden firkalar ve şahıslar ortaya çıkmıştır. Bu konuda ilk konuşanlar, Selef-i sâlihin çizgisinden ayrılıp saptıkları belirtilen Havâric, Şia, Mu’tezile ve Nâsıbe gibi fırkaların bir kısım taraftarlarıdır. Bunlardan Hâriciler Siffin’de tahkime rıza gösteren Hz. Ali (ö. 40/660) ve taraftarlarını tekfir etmiş, Hz. Ali taraftarı olduğunu söyleyen Şia ise vâsi olduğuna inandıkları Hz. Ali’nin hakkı olan yönetimi kendisine vermedikleri iddiasıyla ashâbın tamamına yakın kısmını mürted olmakla itham etmiştir. Görüşleri konusunda ittifak bulun mayan Mu’tezile âlimlerinin bir kısmı bazı sahâbileri fâsık ve şehadetleri kabul edilmez ilan ederken, diğer bir kısmı yalan söylediklerini ve Rasûlullah adına hadis uydurduklarını iddia etmişlerdir. Nâsıbe’nin ise Hz. Ali, oğulları Hasan (ö. 49/669) ve Hüseyin (ö. 61/680) ile Ehl-i beyt’in diğer fertlerini âsi ve zâlim olmakla itham ettikleri bilinmektedir. Bunlar dışında özellikle Hz. Ebû Bekir (ö. 13/634), Hz. Ömer (ö. 23/643), Hz. Âişe (ö. 58/677), Ebû Hüreyre (ö. 58/677), Muâviye b. Ebi Süfyan (ö. 60/679) ve başka sahâbiler hakkında ileri geri konuşanlar da vardır.

Selef-i sâlihîn ile Ehl-i sünnet âlimleri, ashâb-ı kirâma saygısızlıkta bulunan kimselerin dini açıdan durumu hakkında iki görüş etrafında birleşmişlerdir. Bu iki görüşün sahipleri ve delillerini şöylece özetlemek mümkündür:

a. Ashaba Saygısızlık Küfürdür Diyenler ve Delilleri:

Selef-i sâlihîn ve Ehl-i Sünnet âlimlerinden bir kısmı sahâbe hakkında ileri geri konuşan, onları küçük düşürecek ifadelerle anan, hakaret ve buğz eden, lanet leyen, ayrıca adaletlerine dil uzatan bir kişinin küfür sayılacak bir davranışta bulunduğu, binaenaleyh tevbe etmemiş ve bu davranışından vazgeçmemişse kendi sine mürted muamelesi yapılması gerektiği görüşünü benimsemişlerdir. İmam Málik’in iki görüşünden birinin, sahâbeyi tekfir edenlerin öldürülmesi gerektiği istikametindedir. Bu görüşü benimseyenlerden Muhammed b. Yûsuf el-Firyâbî’nin Hz. Ebû Bekir’e dil uzatan veya ona saygısızlık yapanın küfre girdiği ve cenaze namazının kılınmayacağı kanaatinde olduğu belirtilmektedir,  Ebû Zür’a er-Râzî “Rasulullah’ın ashabından birini küçümseyici sözlerle anan ve saygısızlıkta bulunan bir kimseyi görürsen bil ki o zindıktır…”  sözleriyle görüşünü ifade etmiştir. Ahmed b. Hanbel’in iki görüşünden birinin de bu doğrultuda olduğu rivayet edilmektedir.

Ehl-i Sünnet itikâdının ilk savunucuları arasında zikredilen İmam Ebu Hanife, sahabe hakkında “Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi, Hz. Ebûbekir, sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman, sonra Hz. Ali’dir. Allah hepsinden razı olsun. Onlar doğruluk üzere olan, doğruluktan ayrılmayan, ibâdet eden kimselerdir. Hepsine saygı ve sevgi duyarız. Rasûlullah’ın ashâbının hepsini hayırla anarız” (115) demiştir. Söz konusu ifadesiyle İmam Ebû Hanîfe, genel anlamda peygamberlerden sonra zikrettiği sahâbenin, sahip olduğu konuma işaret ederken, hilafet meselesi bağlamında şahsiyetleri ve faziletleri üzerinden tartışma yürütülen sahâbilerle ilgili görüşünü ortaya koymuş ve Ehl-i Sünnet’in sahâbeye karşı bakış açısını belirle miştir. Ayrıca sahâbenin doğruluk üzere bulunduğunu ve doğruluktan ayrılmadı ğını söyleyerek İmam Ebû Hanîfe, sahâbeye yönelik fisk, ta’n, tekfir, teberrî gibi söylem ve ithâmları da reddetmiştir. Onun, Fikhu’l-Ekber kavramının izahında Kurduğu, Rasûlullah’ın ashabından hiçbiriyle ilgiyi kesmemek, birini sevip diğerini sevmemezlik etmemek, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin durumunu Allah’a havale etmek gerektiğine dair cümlesi de (116) sahâbe hakkında ithâm edici söylemlerde bulunan itikâdî düşüncelere reddiye niteliği taşımaktadır.

Hanefi ulemâsının önde gelenlerinden et-Tahâvî ise akaid konusundaki meşhur eserinde bu konuya değinirken sözünü ” Biz Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabını severiz. Onlardan birini sevme hususunda aşırıya gitmez ve onlardan her hangi birinden de teberrî etmeyiz. Onlara buğz edene ve haksız yere onları (kötü olarak) zikredene buğz ederiz. Onları hayırdan başka bir şeyle yad etmeyiz. Ashabı sevmek din ve iman, onlara buğzetmek ise küfür, nifak ve tuğyandır.” am cümlele riyle özetlemiştir.
Bu görüşü benimseyenlerin sayısını çoğaltmak mümkündür. Ancak bunların isimlerini saymak yerine onları bu kanaate götüren gerekçeler üzerinde durmak kanımızca daha uygun olur. Bunlar derler ki ashâba saygısızlik etmek, onları uygunsuz sözlerle anmak veya eleştirmek ucu Rasûlullah’a uzanan çirkin bir davranıştır ki bunu yapmakla Rasûlullah küçük düşürülmüş ve bu yolla ona eziyet edilmiş olur. Zira ashâbı o yetiştirmiş, tezkiye etmiş, onları hayırla anmış ve hayırla anmalarını tavsiye etmiştir. Bilindiği gibi Rasûlullah’a eziyet küfürdür. Binaena leyh ashâba saygısızlık da küfür olur.

b. Ashâba Saygısızlık Fisk ve Dalâlettir Diyenler ve Delilleri:

Ashâba saygısızlığın küfür sayılması gerektiği görüşünü aşırı bulan bir kısım alimler, bu davranışın küfür değil de fisk ve inanç konusunda sapıklık olacağı, ayrıca bu işi yapan kimseye ta’zir cezası verilmesi veya te’dib edilmesi gerektiği görüşünü benimsemişlerdir. İlk devir âlimlerinden İbrâhim en-Nehâî ile Ebû İshâk es-Sebiî’nin bu kanaatte oldukları belirtilmektedir. Ahmed b. Hanbel’in iki görü şünden birinin bu istikamette olduğu, Ebu’t-Tayyib el-Bakıllânî’nin de aynı paylaş tığı nakledilir. Daha sonra gelenlerden Abdullah b. Mahmud el Mevsilî “Sahâbeden birini saygısızca anmak veya ona buğz etmek küfür olmaz ancak sapıklık sayılır.”, İbn Teymiyye “Ashâba dil uzatmak Kur’an ve Sünnet’te haram kılınmış bir iştir…. Peygamberler dışında bir kimseye dil uzatmak küfrü gerektirmez.” , Ali el-Kârî “Kim sahâbeden biri hakkında ileri geri konuşarak saygısızlıkta bulunursa, icmâ ile fâsık ve bidatçıdır” diyerek aynı paralelde görüş belirtmişlerdir. Yine meşhur âlimlerden Nevevî ve el-Kastallânî bu işin haram kılınan çirkin işlerden biri sayıldığını, et-Taftazânî ashâba saygısızlığın ve onlar hakkında ileri geri konuşmanın bidat ve fâsıklık olduğunu vurgulamışlardır.

Sözün özü, sahâbe hakkında ileri geri konuşmak, onlara karşı saygısızlık yapmak ve eleştirrmek küfrü gerektiren bir davranış olmasa bile en azından fâsıklık ve inanç açısından sapıklık olarak kabul edilmiş, uzak durulması gereken haram ve çirkin işlerden biri olarak değerlendirilmiştir.
Sahâbe dönemi ve olayları konusunda özellikle tarih kaynaklarına intikal eden pek çok bilgi ve rivayet, fitne döneminde veya daha sonraki dönemlerde firka ve grup müntesipleri tarafından uydurulup yayılmıştır. Fitneyi günümüzde bile sürdürmeye ve yeni fitneler üretmeye müsait olan bu bilgi ve rivâyetlerin doğru bir şekilde okunması, anlaşılması ve değerlendirilmesi gerekir. Bunun için de konu üzerinde derinleşmeye ve buna uzun zaman ayırmaya ihtiyaç vardır. Ancak çok kimse konuya yeterli zaman ayırıp derinleşememekte, sıradan bilgilerle yorum yaparak yazmakta ve konuşmakta, bu durum ise yeni ve daha büyük problemlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bunu dikkate alan hadis âlimleri ve genel olarak Selef-i sâlihîn ile Ehl-i sünnet uleması sonuç alınamayan bu konuları tartışarak zaman harcamak yerine, bunlardan uzak durmayı tercih etmişler ve bu tercihi bir esas olarak benimsemişlerdir.

Bu tercih bazılarının ileri sürdüğü gibi olayları ve ihtilâfları hasıraltı etmek ve gizlemek değil, sonuç alınamayacak bu işleri tarihe havâle edip ümmete fayda sağla yacak güncel konularla meşgul olmaya yönlendirmektir. Ehl-i Sünnet âlimlerinin, sahabe arasındaki ihtilaflarla ilgili düşüncesini İmam Eş’arî, şöyle açıklamıştır: “Hz. Ali, Zübeyr ve Hz. Âişe arasında gerçekleşen şeyler, bir te’vil ve ictihad mese lesidir. Hz. Ali, imam, diğerleri de ictihad sahipleridir. Rasûlullah onları cennetle müjdelemiştir. Bu müjde, onların hepsinin ictihadlarında hak üzere olduklarına delâlet etmektedir. Bunun gibi Hz. Ali ve Hz. Muâviye arasında geçenler de te’vil ve ictihad farklılığından kaynaklanmıştır. Sahâbe dinde, güvenilir ve töhmetten uzak olan imamlar konumundadır. Allah ve Rasûlullah, onların hepsini övmüştür. Bizim görevimiz, onlara saygılı olmak, onları yüceltmek ve onlardan herhangi biri sini küçük düşürmek isteyen kimselerden uzak durmaktır.”

Sahâbe dönemi ve olayları ile ilgili yapılan her çalışma için kaynaklarda müspet veya menfi sonuca ulaştıracak nitelikte bilgi ve rivâyer bulmak mümkündür. Bundan dolayı da birçok çalışma, çalışmayı yapan kişinin ön kabulüne, bakış açısına, bilgi tercihine ve insafina göre lehte veya aleyhte sonuçlanabilmektedir. Bu durum bilgi ve rivâyet kullanırken ulu orta değil de, rivâyetlerin sahîh, bilgilerin de doğru olan larını arayıp bulmanın ve kullanmanın ne kadar önemli olduğunu gösterir. Sahâbe konusu Kur’ân ve Sünnet’le yakından ilgili olduğu için bu hususta yapılacak çalış malarda kullanılacak bilgi tercihi ilâve bir hassasiyet gerektirmektedir.
Sahâbe tartışılacak ve aleyhinde konuşulacak değil, hürmet gösterilecek ve rahmetle anılacak, ayrıca hatalarından ders çıkarılacak, güzel yönleri de örnek alınacak bir nesildir. Onlarla ilgili izlenecek en emîn ve isabetli yol herhalde Allah’ın âyette buyurduğu üzere onlara hayır dua etmek ve muhabbetle yaklaşmaktır. Allah Teâlâ sahâbeden sonra gelen müslüman nesillerin vasıflarından birinin şu şekilde duâ etmek olduğunu belirtir: “Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla, kalbimizde mü’minlere karşı kin bırakma!”

Kaynak: Bütün Yönleriyle İslâm Akâidi

BENZER KONULAR:

Cevapla