Paylaş
Sünneti Delil Olarak Kullanmak
BildirQuestion
Please briefly explain why you feel this question should be reported.
Dinimizde Sünnet Delili
Sünneti bir delil olarak hangi ekol kabul etmektedir
Soru: Sünnetin bir delil olduğunu inkar eden ve onun vahiy olmadığını ileri sürüp, “Biz Kur’an’dan başkasıyla amel etmeyiz” diyen kimseler bulunmaktadır. Bu konuda görüşünüz nedir?
Cevap: İnanıyorum ki bu konu İslâm’ın yasama tarihine süratli bir gözatmayı gerektiren bir konudur. İsiâm herşeyden önce Kur’an’da temsil edilen bir dindir. Kur’ah, bu en son ve kapsamlı davetin temel düsturudur. Onun bir açıklayıcısının, tebliğ ve tefsir edicisinin olması
gerekir. Bu ise Allah’ın kendi mesajı için seçtiği, emanetin sorumluluğunu yüklediği ve kendi kudretiyle yetiştirdiği yüce Peygamberdir. Allah peygamberliği kime lütfedeceğini iyi bilendir. Peygamberin etrafını seçkin bir sahabe topluluğu kuşatmıştır. Bu toplululuk dini ondan Öğrenip nübüvvet nuruyla aydınlanmışlardır. Bu sebeple Peygamber’in (s.a) sünnetinin yanında fıkıhçilann “sahabe kavilleri” ismini verdikleri sözler de delil olarak yerini almış bulunmaktadır.
Sahabilerden sonra tabiiler ve tebe-i tabiiler nesli gelir. Bunların hepsinin İslâm fıkhı alanında takdire ve anılmaya değer çalışmaları vardır. Hepsi de (ilmi) Rasûlullah (s.a)’den almak için uğraşmışlardır. Sonra fıkıh mezhepleri ortaya çıkmış, bu mezhepler genişlemiş ve pek çok ayrıntılı konuya girmişler, görüşler ortaya koymuşlardır. Artık elimizde büyük bir fıkıh, yasama ve dini hükümler mirası vardır,
İslâm toplumu bundan yüzlerce sene sonra içten ve dıştan bir takım saldırı ve fitnelerle karşı karşıya kaldı. Bu saldın ve fitneler karşısında müslümanlann bu fıkıh mirasını korumaları ve onu yüceltmeleri gayet normaldir. Müslümanlar başlarına gelen tökezleme döneminden sonra yeniden ayağa kalkmaya başladılar. İçimizden ictihad edilmesi gerektiğini açık açık savunanlar ortaya çıktı. Çünkü hayat değişmiştir. Toplumda yeni yeni olay ve durumlar ortaya çıkmıştır. Pek tabiidir ki şartlarına, sınır ve kurallarına bağlı kalındığı müddetçe içtihad çağrılarının gayesi İslâm’a hizmettir. Allah Teâlâ’nın dininin yüceltme konusunda bunun pek çok yaran ve semeresi olacaktır. Fakat geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başında gerek Mısır’da, gerekse Mısır dışında İslâm’ın önemli şahsiyetleri tarafından, büyük bir ihtimalle iyi niyetlerle başlatılan bu çağrıyı İslâm düşmanları fırsat bildiler. İslâm’ın binasını yıkmak için buna dayanmak istediler. Çünkü onlar önce şunu söylemeye başladılar: Gerek dört mezhebin, gerekse dört mezhebin dışındaki mezheplerin içerisine mezhep mensupları tarafından pek çok görüş ve yeni fikirler sokuşturulmuştur. Bu sebeple bu mezheplere itibar etmemek gerekir. Biz bunlara karşı dedik ki: Bu mezheplerin içerisinde mezhep taraftarlarının ve sonradan gelen kimselerin görüşleri ve düşünceleri varsa bu mezheplerin aslında mevcuddur. Bizim bu asla dönmemiz mümkündür, bu mezhep imamları, ilmi Hz. Peygamber (s.a)’den (yani sünnetinden) ve Kur’an-i Kerim’den almışlardır. Biz böyle söyleyince onlar bu sefer şöyle demeye başladılar: “Bu imamların hepsi insandır, hata da isabet de edebilirler. O halde onların görüşlerini kutsallaştırmama-mız, kayıtsız şartsız teslim olmamamız ve yüceltmememiz gerekir.”
İddialarına göre bizim Şafii’nin, İbn Hanbel’in, Mâlik’in ya da Ebû Hanife’nin görüşüne dayanmamız gerekmez. Biz alacağımızı, bunların hepsinin imamı olan Hz. Peygamber’den almalıyız. Maalesef içimizde bu düşünceyi kabul edenler ve sözün zahirine aldanıp peşinden gidenler bulunmaktadır. Bunlar meselenin müctehidlerin de müracaat kaya-nağı olan Peygamber’in sünnetine dönmek olduğuna inanırlar ve onlar, o kaynaktan nasıl almışlarsa bizim de aynı şekilde alabileceğimizi söylerler. Bunlar daha sonra sünneti de yıkmak için çalışmaya başladılar. Halbuki bu kimseler yakın veya uzak geçmişte bize sünnete sarılmamızı, ona dayanmamızı ve mezhep imamlarının ve fıkıhçıların görüşlerini terketmemizi salık veriyorlardı.
Ben inanıyorum ki, bu hücumların önündeki kapı açıldığı zaman bir sonraki merhalede bizzat Kur’an-ı Kerim de bu saldırılara hedef olacaktır. Onların Kur’an hakkındaki söyleyecekleri şudur: “Kur’an bedevi bir toplum için veya bir çöl toplumu için uygun olsa bile çağdaş bir toplum için uygun değildir.” Nitekim İslâm düşmanlarından bazıları böyle söylüyorlar. Halbuki Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
Bu FCur’an’ı biz indirdik, elbette onun koruyucusu da biziz.
Bundan dolayıdır ki sünnete karşı kurulan tuzakların tehlikesi yavaş yavaş hissedilmeye başlamıştır. Ve şu soru dillerde dolaşmaktadır: Sünnetin bir vahiy özelliği var mıdır ki, Kur’an’ın açıklayıcısı veya hükmüyle onun tamamlayıcısı olsun? Bu hükme göre Hz. Peygamber’in sünneti olduğu kesinleşen şeyler bizim için bir kanundur ve o konuda herhangi bir görüş ileri sürülmez. Çünkü nassın olduğu yerde ictihad olmaz. Kavram bilimciler sünnet hakkında farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Lügat açısından sünnetin yol anlamına geldiğini görüyoruz. Sünnete uyanlar ve uymayanlar açısından ise sünnet, bidatin zıddıdır. Fakat burada sünnetin bizi ilgilendiren anlamı fıkhı açıdan ne demek olduğudur. Bu anlamda sünnet, Hz. Peygamber (s.a)in sözleri, fiilleri ve takrirleridir. Burada vahiy ile kastedilen mana üzerinde de anlaşmamız gerekir. Onlar zannediyorlar ki vahiy ile kastedilen, indi-rilişinde ve Rasûlullah’a bildirilişinde Kur’an özelliği taşıyan şeylerdir. Vahy sadece Kur’an’dan ibarettir. Çünkü Cebrail bu Kur’an ayetlerini hem lafız, hem de manasıyla Hz. Peygamber’e indirmiştir. Kur’an’ın hem lafzı, hem de manası mütevatirdir. Onda bir değişiklik yapmamız mümkün değildir. Halbuki bazı âlimlerin görüşüne göre Peygamber’in hadislerini bir takım şartlarla da olsa mana olarak rivayet etmek caizdir. Bu şartlar da mananın değişmemesi içindir.
Vahiy, onların bu zannettiklerinden ibaret değildir. Çünkü vahiy, ilim adamlarının tarifine göre Allah Teâlâ’dan herhangi bir peygamberine kesin bir bilgi oluşturacak şekilde ve gizli bir yolla seri bir hükmü veya haberi bildirmesidir. Kendisine vahyedilen peygamber bu bilginin doğru ve gerçek olduğuna ve Allah tarafından indirildiğine kesin olarak inanır. Vahiy bazen ilham yoluyla, bazen bir perde arkasından konuşmak şeklinde olur. Nitekim Cenab-ı Hak Hz. Musa’ya ve Mi-raç’ta Hz. Muhammed’e bu şekilde vahyetmiştir. Vahiy bazen de Allah’ın elçisi Cebrail vasıtasıyla indirilir. Manası ve lafzıyla sünnetin îa-mamı-nm Cebrail vasıtasıyla Allah katından geldiğine kanaat getiremesek bile (en azından) sünnetin bir bölümü ilham manasındaki vahyin kapsamına girebilir.
Bizim inancımıza göre sabit/kesin ve sahih sünnetin tamamı Allah katından gelen bir vahiydir. Onu Hz. Peygamber’e (s.a) Cebrail indirmiştir. Mütevatir olan, okunmasıyla ibadet edilen ve kıyamete kadar (hiçbir değişikliğe uğramadan) varlığını devam ettirecek olan Kur’an ayetleriyle, bu ayetleri beşer tatbikatı ve uygulaması bir takım hükümlere dönüştüren Peygamber’in tefsin arasındaki farkın belli olması için vahyin bu bölümünü yani sünneti Hz. Peygamber kendisine ait lafılarla ifade etmekle yükümlü kılınmıştır. Sünnetin bir vahy olduğuna dair Kur’an’da, sünnette, sahabe ve fıkıhçüarın uygulamalarında deliller olduğunu görüyoruz.
Sonra Raşjt halifeler (Allah hepsinden razı olsun) dönemine geldiğimiz zaman, onlardan birisinin, bazı kimselerin söz ve tasarruflarına çok hiddetlendiğini, onların yakasına yapışıp bu yaptıkları veya söylediklerinin Rasûlullah’tan nakledildiğine dair bir kanıt getirmedikçe onların yakasını bırakmadığını görüyoruz. Halife bu söz veya fiili Rasûlullah söylemiştir veya yapmıştır diye kabul ediyor ve boyun eğiyordu. Bu, Raşit Halife’nin sünnetin Hz. Peygamber’e ait bir ictihad değil, Allah’tan alınmış bir vahy olduğuna inandığını gösteren bir delildir. Bu sebeple akıl ona boyun eğmek mecburiyetindedir. Ümmetin içindeki en küçük insan sünnete boyun eğdiği gibi onların en büyüğü olan halife de boyun eğmiştir.
Müctehit imamların da hem hadisle hem de kıyas ve rey ile amel ettiklerini görüyoruz. Hadis ve nakil ekolünün yanında bir de rey ve akıl ekolünün ortaya çıktığını biliyoruz. Fakat yine biliyoruz ki bu müctehit ve fıkihçılardan hangisi olursa olsun bir görüş veya kuralı ortaya koyduktan ya da bir düşünceyi kabul ettikten sonra, daha önce görmedikleri ve duymadıkları sahih bir hadisle karşılaştıkları zaman hemen o hadise itaat eder ve önceki görüşlerinden derhal dönerlerdi. Rey ekolünün imamı/önderi olan İmam-ı Azam Ebu Hanife kıyas ve reyde en üst mertebeye ulaşmış olmasına rağmen şöyle derdi: “Nassın (ayet ve sahih sünnetin) karşısında içtihada yer yoktur.” Ebu Hanife kendi mezhebinde bir kural koyduktan ve kendi görüşünü açıkladıktan sonra o konuyla ilgili sahih bir hadisle karşılaştığı an derhal kendi görüşünden vazgeçer ve hadise dönerdi. İmam Şafii de aynı şeyi yapardı.
Sünnetin vahiy olmadığını söyleyenler şu ayet-i kerimeyi delil gösterirler:
Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. (En’am/38)
Müfessirlerden pek çoğu, buradaki kitaptan kasdm Levh-i Mahfuz olduğu görüşündedirler. Konuyu tartışmak için buradaki kitapla kastedilenin Kur’an olduğunu kabul etsek bile bu, Kur’an’ın büyük küçük her şeyi, açıklanması Rasûlullah’a bırakılan bütün teferruatı ve ayrıntıyı zikredeceği anlamına gelmez. Bunun anlamı, kişisel ve sosyal faaliyetlerinde ümmetin ihtiyacı olan esasları, kuralları ya da hükümleri ihmal edip eksik bırakmadık demektir.
Sünnetin vahiy olmadığını söyleyenler şu hadisi de delil olarak gösterirler:
Size benden ulaşan şeyleri Kur’an’a arzedin. Eğer Kur’an’a uyuyorsa onu muhakkak ben söylemişimdir. Kur’an’a aykırı ise onu ben söylememişimdir. Allah bana hidayet etmişken ben Kur’an’a aykırı bir şeyi nasıl söyleyebilirim?
Kur’an tek başına yeterli değil midir? Hadislere gerek varmı?
Cevapla