Yunus Suresi 12. Ayette anlatılmak istenen nedir
Yunus suresi 12. Ayette bahseden, her insan içinmi ? Yoksa bazı insanalar mı öyle ?
Ayetin Meali;
Yunus suresi 11. ve 12. ayetler birbiri ile bağlantılıdır. Lütfen ayetlerin anlaşılması için 10 dk ayırıp okuyunuz.
11— Eğer Allah insanlara, hayrı acele istedikleri gibi, şerri çabuklaştırsaydı, ecelleri hemen yerine gelip (her şey) bitmiş olurdu. Ne var ki, bize kavuşmayı arzu etmeyenleri azgınlıkları içinde bocaladıkları bir halde bırakıveririz.
12— İnsana bir dert ve sıkıntı dokunduğu zaman gerek yan üstü uzanırken, gerek otururken, gerek ayakta dururken bize duâ eder. !*fndisin-den dert ve sıkıntıyı kaldırdığımızda ise, kendisine dokunan dert ve sıkıntıdan (kurtulmak için) bize (hiç) duâ etmemiş gibi (eski haline) geçip gider. İşte müsriflere (haddini aşanlara) yapageldikleri ameller böylece süslenmiştir.
İniş Sebebi
Mekke müşriklerinden başta Nadr b. Hars olduğu halde birkaç kişi İslâm’ın feyiz pınarının hayat veren damlalarının nasıl bir şifa ve rahmet iksiri olduğunu düşünemediklerinden, «Allahım! eğer Muhammed’in getirdiği hak ise, üzerimize gökten taş yağdır», diye duâ etmişlerdi. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler, aydınlatıcı bilgi vererek indi.
İlgili Hadîsler
«Kendi kendinize beddua etmeyin. Çocuklarınıza ve mallarınıza da beddua etmeyin. Sonra Allah tarafından (belirlenen) icabet saatına rastlar da bedduanız kabul olunabilir.»
«Mü’minin her hâli hayret uyandırıcıdır; Allah onun hakkında ne kadar bir hüküm yerine getirirse, mutlaka onun için hayır olur: Kendisine bir zarar ve sıkıntı dokunur da sabrederse, bu onun için hayır olur. Bir genişlik ve kolaylık dokunur da şükrederse, yine onun için hayır olur. Bu (lütuf) ancak mü’mine verilmiştir.»
«Şüphesiz ki sevenin sevgilisi, dostun dostu aleyhine yapacağı duanın kabul olunmamasını Allah’tan dilerim.»
«Şüphesiz ki ben lânetleyici olarak gönderilmedim, rahmet olarak gönderildim.»
Hz. Câbir (R.A.) anlatıyor:
— Peygamber (A.S.) Efendimiz Batn-i Buvat gazasına giderken develere nöbetleşerek biniyorduk. Ansardan bir adamın sırası gelince, deveyi çökertip bindi, fakat deve yerinde mıhlanıp kaldı, bir türlü kalkıp yürümedi. Adam öfkelendi ve «Allah sana lanet etsin!» dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (A.S.), «Devesine lanet eden adam kim?» diye sordu. Adam da, «Benim…» diye cevap verince, Efendimiz (A.S.) ona: «İn aşağı, lanetlenmiş bir hayvanla bize arkadaşlık etme! Kendi kendinize, çocuklarınıza ve mallarınıza beddua etmeyin. Sonra Allah’ın kabul edeceği saate denk gelir de sizin için o beddua kabul olunabilir.» buyurdu.
İnsan Acelecidir
«Eğer Allah insanlara, hayrı acele istedikleri gibi, şerri çabuklaştırsaydı…»
İnsanın sonu gelmeyen arzu ve istekleri birbirini izler durur. Din, ahlâk ve ilim onları meşru sınırlar içine almaya çalışır. İnsanın bunca ihtiras ve isteklerine rağmen ömrü pek o kadar uzun değildir. Yapılacak çok şey, düzeltilecek birçok konu vardır. Ömür sermayesini plânlı, programlı şekilde harcamasını bilenler, az-cok insanlıktan yana başarılı ve feyizli hizmetler verirler. Derdi ve kaygısı sadece şahsi çıkarı ve nefsanî istekleri olanlar ise, ciddi hiçbir hizmette bulunmadan Dünya’yı terkederler.
İnsanın arzu ve istekleri bir sınır tanımadığından, onların gerçekleşmesinde o, çok acelecidir. Hayra ve iyiliğe çabuk kavuşmak, şer ve kötülükten; sıkıntı ve üzüntüden acele kurtulmak ister. Geçen iyi ve kötü olayları çabuk unutabilir bir yapıya sahiptir.
Oysa bilerek, neticesini hesaba katarak, fayda ve zararlı taraflarını düşünerek sabırla yapılan bir iş; bilmeden, neticesini hesaba katmadan acele yapılan birçok işten hem hayırlı, hem de daha yararlıdır. Mesele çok iş yapmak, çok şey söylemek değil, Allah’ın rızasına uygun olanı seçip kısa ömrü feyizli bir hava içinde amacına ve yaratıldığı hikmete yöneltmektir. Unutmamalıyız ki, hiçbirimiz arzuladığımızı elde etmeden, peşinde koştuklarımızın çoğuna erişmeden, arzu ve isteklerimizin bütününü gerçekleştirmeden, başladığımız işlerin tamamını bitirmeden şu dünyadan ayrılmak zorundayız.
Kur’ön ve hadîs bu konuda bize, iyi düşünüp sonra istekte bulunma terbiyesini öğretir. Öfkelenip biri veya bir şey hakkında beddua etmemizin doğru olmadığını telkin eder. Kabul saatına rastlayabilir de sonradan pişmanlık duyacağımız bir sonuç doğurabilir. Zira günün öyle anları vardır ki, yapılan duâ ve beddualar pek karşılıksız kalmaz. O bakımdan mü’minler ağızlarından çıkaracakları sözleri, önoe ölçüp tarttıktan, doğuracağı sonuçları hesaba kattıktan sonra sarfetmelidirler.
Kâfirlere gelince, küfür ve inatlanyla, azgınlık ve hayasızlıklarıyla şerrin çabuklaşmasını isteseler bile, Cenâb-ı Hak onların bu yoldaki beddua ve dileklerini hemen kabul etmez. Birkaç yıllık bir ömür sınırları içinde dünyalık ile başbaşa bırakıp ezelî plân ve programının kusursuz hedefine ulaşmasını bekler. O’nun sünnetullahı gereği, âhiret saadetini bütünüyle kaybeden bedbaht bir zümreye mutluluk veren dünya hayatını hemen karanlığa boğmaz; iki mutluluğu birden çekip almaz. Zulüm ve tuğyana sapmadıkları sürece ellerindeki nîmeti dünyada azaba çevirmez, bir süre oyalanıp bocalamalarına imkân verir. Çünkü Allah âdildir, her işi mutlak ‘hikmet, her mühlet verişi mutlak adalettir. Nitekim Bakara sûresi 15. âyette bu inceliğe temasla buyuruluyor ki : «Allah onlarla alay eder de kendilerini taşkınlıkları içinde bocalar şekilde bırakır. İşte onlar öyle kimselerdir ki,
doğru yola karşılık sapıklığı satın almışlardır. Bu alış-verişleri kendilerine kâr sağlamamıştır; doğru yolu da bulmuş değillerdir.»
Allah’ı Hatırlama Ve O’na Sığınma
«İnsana bir dert ve sıkıntı dokunduğu zaman gerek yan üstü uzanırken, gerek otururken, gerek ayakta dururken bize duâ eder….»
İnsan ruhu, ilâhî inayet ve feyizlere mazhar kılınarak yaratılmıştır. Mayasında bir tek Allah düşüncesi ve dindarlık arzusu mevcuttur. Dühya’ya gözlerini açınca içinde bulunduğu aile ve çevresi ve beraberinde taşıdığı akıl, zekâ, idrâk gibi yetenekleri, ya ondaki bu düşünce ve arzu cevherinin kabuğunu kırıp onun aşıldeğerini ortaya çıkarır, ya da büsbütün kabuğunda kalıp küllenerek küflenmesini sağlar.
Her iki durumda da ruhun derinliğindeki bu cevher sırası gelince kendini az veya çok hissettirir. Özellikle dert, sıkıntı, felâket ve musibet anlarında belirginleşir. Hattâ Allah’ı inkâr edenler bile, ölüm saçan felâket anlarında her türlü umut ve yardımcının ışığı kesildiği bir zamanda «Allah!» demeye başlarlar ve görünmeyen O Yüce Kudretten yardım bekleme ihtiyacını duyarlar. Bu, elde olmayan bir duygudur ki, böyle anlarda frenlenmesi âdeta mümkün değildir. Tıpkı sıcakta buharlaşan su gibi. Bu onun tabiatında vardır; belli bir sıcak ortamını bulunca ister istemez buharlaşmaya başlar. Ateşe düşen odun, ister istemez yanmak zorundadır; zira bu onun hilkatında ve tabiatında mevcuttur.
Sıkıntı ve felâket kalkınca, felâkete uğrayanların çoğu kendilerine hiçbir şey dokunmamış gibi eski halerine dönerler. Bu da insanın nankör, unutkan ve gafil olduğunu gösterir.
Ömür sermayesini bir hiç uğruna acımasızca harcayanların durumu böyledir. Ecel gelinceye kadar başladıkları gibi devam ettirirler, İşleri ve amelleri kendilerine iyice süsletilmiştir; gerisini, sonucunu düşünüp gerçeği anlamaları çok zordur. Kırık, dökük bir tekneyle denize acılan gafil bilgisizlerin durumu bunlar için ne güzel ve ibretli misaldir.
Cevapla